Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Pazartesi, Mayıs 02, 2011

Ben Fatih.

"Geç kaldığı için iki defa işten çıkarılmış ve yeni girdiği yere de çok kere geç kalmış biri olarak bu sefer geç kalmamalıydım.Özellikle bu 'çok defa'ların sonuncusunun sabahına denk geldiği o günde.. Niye olduğunu hatırlamıyorum ama, iş yerine 15 dakika yürüme mesafesinde olan kafeye oturuyordum çoğu zaman.O gün yine oradaydım. Sürekli oturduğum yere baktım, bir çift oturmuş birbirlerinin gözlerinin içine sevgiyle bakıyorlardı ama yerimi işgal etmiş olmaları onlara karşı duyabileceğim tüm sempatiyi almış götürmüştü. Boş bulduğum bir yere oturup garsonla göz göze gelmeyi bekledim..


-Her zamanki gibi!
-Peki abi.


Müdavimi olduğum bu yerde kurulan bu iki cümlelik diyaloğu seviyordum. Çevremdeki insanlara karşı kendimi mutlu hissetirebilecek kadar bir özgüven içine sokuyordu beni çünkü. Hoş değildi biliyorum ama buranın müdavimi olarak gözükmek ve "sizden daha çok geliyorum buraya, bir olay çıksa direkt atarlar dışarı ha! Haberiniz olsun" mesajı vermek çocukça olsa da hoşuma gidiyordu. Hem burada benim için garsonun ismi umumi bir isim olan "pardon!" değil, Mahmut'tu. Bir gün kimseler yokken oturmuştuk da o anlatmış ben dinlemiştim. O günden beri onun adı Mahmut, benimki de 'abi' olmuştu. Abi demesini ben istedim. Efendim çok resmiydi çünkü ve ben hiç bir zaman resmi bir adam olamadım. Hâlâ da değilim. Üniversite yıllarımda benim kadar ya da benden daha büyük garsonlar bana abi dedikçe içten içe utanır, o utangaçlığımı örtmek için karşılık olarak kendilerine abi derdim. Bir gün 'efendim' dediğim bile olmuştu hatta da ne kadar şaşırmıştı garson. Benim babamın oğlu olarak doğmuş olmam bana onun hürmet etmelerini gerektirmiyordu zirâ.


Aslında bu 'her zamanki' diye tabir ettiğim bir kahve olmalıydı bence, diye düşündüm kendi kendime..Çünkü eğer kahveyi seviyor olsaydım kendime ait iki çok güzel fincanım ve bir de bakır cezvem olurdu. Camın önündeki iki tane tekli koltuğun birine oturur, kahvemi kendim yapar, fincanın birini alır içerdim. Sonra gün gelirdi, hayatımın kadını hayatıma teşrif ederdi. Fincanın diğeri yerinden çıkardı o zaman, koltuğu zaten hazırdı. Bu sefer kahveleri o yapardı içerdik karşılıklı. Biz içtikçe yıllar geçerdi, biz içerken çocuklar koşar, biz içerken yaşlanır, biz içerken bayram günü torunları bekler olurduk... Kahve içmeyeceğiz belki ama, biliyorum gelecek, peki nerde o? Çıksa ya artık karşıma..


Neyse deyip hayallerden sıyrıldım, çayımı içtikten sonra yavaştan kalkmak için hazırlanıp dışarı baktım. Oturduğum zaman hava kapalıydı ama çıktığımda güneş çoktan açmıştı ve ne çalışması buna sebep bilmiyordum ama güneş ışınlarının bulut deliklerinden sızdığı her yerde uçuşan toz zerreciklerinin kolayca görülebildiği sokakta, her yer sesleri etrafı inleten iş makineleriyle kaplıydı. Böyle olduğu zaman nasıl nefes aldığımızı merak ediyorum. Ya da nefes aldığımızda ciğerlerimizin ne hale geldiğini... Kafeden çıktıktan sonra aceleyle bir iki adım atarken bir yandan da en kolay nasıl gidip geç kalmamanın hesabını yaparken:


"Çattt!"


Bir ses düşüncelerimi ve adımlarımı böldü. (Balla).

Sesten sonra gayri ihtiyâri önce sanki ordan gelmiş gibi durduğu için gökyüzüne, sonra da ne olduğunu anlamak için önümde durana baktım. Gökyüzünde bir açıklık, ya da ilahi bir işaret yoktu. Yerde duransa sanki bebeğini sallamak üzere oturmuş gibi yere düşmüş bir kadındı. Hıçkırıyor gibiydi, ağlıyor sanıp eğildim:


"Hanımefendi iyi misiniz?"


Bunu sorarken kafasını eğdiği için saçlarının ve ellerinin arasından zorla gözüken yüzüne baktım, iyi olduğu anlaşılıyordu ama yine de yüzünü seçememiştim. Gülüyordu. Yere düştükten sonra takıldığı taşa ya da çukura sitem etmeyip kendi dikkatsizliği yüzünden düştüğünü kabul ederek gülen insanlar her zaman daha çok sevimli gelmiştir bana. Ellerini yüzünden çekti, yarısı utançtan yarısı gülmekten kızarmış şekilde bana çevirdi.

Tam gözlerimin içinde belirdiği o anda iş makinaları çalışmayı bıraktı, ustalar demirlere vurmayı, arabalar korna öttürmeyi, insanlar yürümeyi, dünya dönmeyi, zaman akmayı.. Bir tek kalbim bu uyuma ters hareket etmiş ve inanılmaz derecede hızlı atmaya başlamıştı. Gayri ihtiyâri elimi kalbime götürdüm. Hayatındaki en hızlı kan pomplayaşını yapıyordu sanırım. Gökyüzüne tekrardan baktım, delik hala yoktu. Ben bakana kadar kapanmıştı herhalde. Az önce demire vuran usta kemanın, kepçe operatörü piyanonun, insanlarsa türlü enstrumanların başına geçmiş, trafik polisinin şefliğini yaptığı orkestrayla dünyanın en hoş en naif müziklerini çalmaya başlamışlardı bile...


"Allah'ım daha demin ettiğimi duayı bu kadar çabuk mu kabul ettin? Beni seviyor muydun bu kadar? Şu güzelliğe bakar mısın!.. Öyle güzel yaratmışsın ki, gözlerimi sadece onu görebilecek şekilde yaratsaymışsın şu ana kadar çok da kaybım olmazmış"


-Düştüm ya off!


"Allah'ım demin gözlerim hakkında dua etmiştim ya, kulaklarımı da ekleyebilirmişiz aslında. Tabii sen daha iyisini bilirsin..."


-P.. pardon?


Söylediğini ikilettiğim için mi yoksa yere düştüğü için mi olduğunu bilmediğim bir sitemle, "Düştüm işte her yeri delik deşik etmişler yürüyecek yer kalmamış of" dedi. Aslında o anda tam da bastığı yeri delen işçiyi bulup alından öpmek ve bu kızı karşıma çıkardığı için ona şükranlarımı sunmak isterdim ama, dudaklarım bunu söylemedi:


-Maalesef her yer berbat bugün. Geçmiş olsun. İyi misiniz?

Ayağa kalktı, üzerindeki tozları silkeleyip, "İyiyim teşekkür ederim" dedi. Rica ederim, dersem muhabbet bitecek, yoluna gidecekti ve bu benim en son istediğim şeydi:


-Topuğunuz kırılmış olabilir mi acaba?


Daha salak bir soru olabilir miydi bilmiyordum ama aklıma ilk gelen ağzımdan bir anda çıkıvermişti. Eğer topuğu kırılmışsa o öyle yamuk yumuk yürür güler eğlenirdik ve aşkımızın başlangıcı çok eğlenceli bir şekilde olabilirdi. Şaşırdı, kendinden şüpheli bir şekilde topuğuna baktı. "Hayır, sevindirici ki sağlam."


-Bileğiniz incinmiş ya da eliniz acımış olabilir mi peki?


(Daha salak bir soru bulunmuştu!) Ama eğer öyleyse bir taksi çevirir ve en yakın sağlık merkezine götürürdüm. Böylece aşkımızın başlangıcı aynı filmlerdeki gibi duygusal ve romantik olabilirdi. Ama o da olmadı. Sanırım kendisine bir şey olmasını istediğimi düşünüp kulağımın saniyeler önce duyduğum bir ses tonuyla:


-Beyefendi ben iyiyim de, siz iyi misiniz acaba!?


Deyince, susmam gerektiğini anladım ama anlamış olmam bişeyi değiştirmedi. Normalde her fırsatta ismini söylemeye çalışan insanlardan hazzetmem. Eğer öyle bir şey yaparsam yeni girdiği ortamda sadece bir kişiyi tanımasına rağmen aşırı özgüven sahibi olan insanlar gibi hissederim kendimi. (Elini tokalaşmak üzere kafa hizasından getirdikten sonra ismini söyleyip, ben ismimi söylerken gözlerini hafifçe kısarken ağzını sıkıca kapatarak memnun olmuş gibi durduğunu zanneden ama aslında çok da umrumdaydı havası veren insanlar.) Ama yine de tutamadım kendimi:


-İyiyim teşekkür ederim, şaşkınlığıma verin lütfen. Bu arada, Fatih ben.


Bu cümleyi kurarken güneşten gözlerimi hiç kalmayacak kadar kısmış, bir de üstüne elimi asker selamı verir gibi gözlerime gölgelik yapmış suratına bakıyordum. O Amerikan filmlerinde gördüğümüz zorda kalmış bir kadını “bir şeyiniz yok ya bayan?” havasıyla yerden kaldıran karizmatik kaslı gibi değil de, denizde fazla açılanları görmeye çalışan cankurtaran gibi bakıyordum suratına. Yine de beklentim; "Memnun oldum ben de..." ile başlayan bir cümle kurması yönündeydi ama, hayatın boyunca ismini duyduktan sonra en az memnun olmuş ve bunu hiç umursamamış olan kişi kimdi diye sorulsa hiç ikiletmeden O'nu söylerdim.


-Tekrardan teşekkür ederim Fatih bey, iyi günler.


Arkasına bile bakmadan gitti. Gözlerim gidişinde, vücüdumsa onunla son konuştuğum yerde kilitli kalmıştı. Düşünemiyor, konuşamıyor, başka hiçbir şeyi görmüyordum ta ki bir sesle irkilene kadar.


"Pardon!? Beyefendi pardon!?"


Döndüm baktım, gençten bir çocuk. Elinde bir şeyler tutmuş bir yandan gösteriyor bir yandan da bana sesleniyordu. Sinir edebiyat dünyasının tez yazdığı bir duygu olsa, o andaki sinirimi yine de anlatamazlardı. Ben O'nu iki saniye daha fazla görmenin planlarını yaparken münasebetsizin biri gelmiş bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Yakasına yapışıp "Görmüyor musun be adam sevdiğim kadını izliyorum ne rahatsız ediyorsun!" demek istesem de, yapamadım. Memnunsuz bir şekilde buyrun ne vardı manasına gelen bir kafa hareketi yapınca, otobüste yer verdiği teyze teşekkür etmeyen adam tavrında :


"Bunlar sizden mi düştü acaba?"


Tuttuğu şeyleri aldım, benden düşmüş olmadığına emin olmasını istiyordum bu hareketimle, ve geri verecektim. Kuaför Ela, Avukat Metin Kaybetmez, bir şirket kartviziti ve bir ..


"Allah'ım bugün beni sınıyor musun?"


..ve bir fotoğraf. Daha az önce aşırı kan pompalamaktan yorulmuş kalbim durdu sandım fotoğrafı görünce. Hayatımı değiştireceğine inandığım kadının fotoğrafı elimdeydi ve heyecandan ölmek üzereydim. Gittiği yöne baktım, çoktan kaybolmuştu ama şu an avuçlarımın içinde fotoğrafı vardı işte, o da yeterdi.


"Ben çok, çok teşekkür ederim evet benim. Çok teşekkür ederim çok düşüncelisiniz sağolun, benim.."


Benim.. O'na ait bir şeyi, somut bir şeyi 'benim' diye nitelendirmek bile suratımı güldürmeye fazlasıyla yetiyordu. Güneş tekrar bulutların arasına saklanmıştı ama bana bahar geleli, çiçekler açalı, günler doğalı o kadar uzun saniyeler olmuştu ki.. Fotoğrafa baktım baktım baktım...


Bir ara saatime çarptı gözüm, bulutların üstünden dünyaya dönme vaktimin geldiğini gösteriyordu çoktan. Öğleden sonra 1'i çeyrek geçiyordu ve ben yine geç kalmıştım. Hemen bir taksiye atlayıp şirkete koştum. Tam bölümüme gidecektim ki kutsal parlaklığı gördüm. Alnı genişin gündüz yanan floresanda bile parlayan keliydi bu odamın kapısında bekleyen. Çaresizce masama doğru yürürken sesi duyuldu:


- Ooo Fatih bey hoş geldiniz!
+Hoş bulduk Erkan Bey.
- Satten haberiniz var mı acaba?
+ Evet 23 dakika geç kaldım.
- Biliyor olmanız bir şeyi değiştirmiyor ama bu kaçıncı, size çok defa söyl...


Konuştu konuştu.. Hiç susmayacak gibi konuştu.. Umrumda olmayan cümleler kuruyordu işe geç gelmek, sorumsuzluk, ciddiyetsizlik ana temalı bir kaç cümle kuruyor olmalıydı. Benim aklımda ve gözlerimin önündeyse sadece O'nun gözleri vardı. Cebimden çıkarıp fotoğrafına bakacakken:


"Neyle uğraşıyorsunuz siz hâlâ?" deyip fotoğrafı almaya çalışınca alnıgeniş, konuşma sıramın geldiğini farkettim:


"Çek lan ellerini benden zaten kafanın parlağından hiçbir şey gözükmüyor. Meraklı mıyım lan ben sabahtan akşama kadar burda durmaya her gün senle mi uğraşıcam. Yok öyle oldu yok böyle oldu."


-Fatih Bey kendinize gelin lütfen.


"S... lan, beymiş! Sanıyor musun seni müdür yapacaklar? (burada hareket çektim) yaparlar. Çok beklersin. Gidiyorum lan ben öff yetti be! Mal herifler!"


Konuşmayı bu kadar kısa kesmek istememiştim ama, ben böyle konuşmaya başlayınca bizi izleyen diğer çalışanların beni alkışlayacağını ve hak vereceklerini düşünmüştüm. Ancak tam tersine ben konuşurken hayret ifadeleri, cık cık cıklar havada uçuşuyordu. Ben alnı geniş lakabını taktığımda benden çok gülen, gelip bana dedikodusunu yapanlar, o adama bağırırken benden yana değil de ondan yana oluvermişlerdi bile. Bu da beni çoğul konuşmaya teşvik etmiş bir tane adam olmadığına kanaat getirmeme sebep olmuştu. Alnı geniş gitmiş, benim de gitme vaktim gelmişti. Tayini çıkmış çok sevilen okul ya da emniyet müdürü gibi kolime plaketlerimi doldurup gitmek isterdim ama, öyle olmadı. Sadece babamdan yadigâr kalemi alıp çıktım. Tam çıkarken çaycı Hüseyin abi geldi, "Ben sana katılıyorum Fatih Bey, bakma bu yavşaklara. Ama ne yaparsın ekmek parası" dedi. Adamsın abi, harcanma buralarda" deyip çıktım.


Yolda yürürken ne az önceki karizmatik istifa edişimi, ne de alnı genişin ben bağrınırken parlaklığı kırmızıya dönen kelini düşünebiliyordum. Aşk insanı gerçekten cesaretlendiriyormuş fazlasıyla onu anlamıştım. Fotoğrafı elime almış bakınıyordum boş boş. Dışardan bakan içindi boş boş, ben ne hayaller kuruyordum halbuki bakarken. İstemsiz şekilde, belki de isteyerek bilmiyorum o sırada düşenmiyordum, kendimi ilk gördüğüm yerde buldum. Otobüs durağı vardı, gittim oturdum aldım yine fotoğrafı elime. Fotoğraf ne güzel şey, sevdiğiniz insan yanında yokken objektife bakan gözlerini sanki size bakıyormuş gibi düşünüp mutlu edebiliyor sizi. Bana da böyle baktı diyebiliyorsunuz. Daha aşkla bakmasını dilerken bir yandan. Hayeller kurduruyor, tebessüm ettiriyor, ümitlendiriyor..


Evin o tarafa doğru giden otobüs gelince saatlerce durakta oturduğumu farkedip bindim. Parayı verdikten sonra kafamı kaldırınca bugünden aşina olduğum bir çantayla göz göze geldim. Evet göz göze geldim resmen bana bakıyordu çanta. İki tane kilidi vardı ve göz gibi dikmişlerdi üzerime gözlerini. “Bugün ölmezsem bu aralar ölmem” diye düşündüm çünkü çanta içinden kartvizit ve fotoğrafların düştüğü çantanın aynısıydı. Çantanın sahibine bakmaya korktum önce beni hayal kırıklığına uğratır diye ama dayanamadım ve sonsuz ümitle kafamı kaldırıp baktım.


“Teyze yaşın kaç başın kaç yakışmış mı şimdi bu çanta sana ya. Bir de kurulmuşsun oraya öff ya!”


Bir insandan bir çantayı taktı diye nefret edilebilir miydi? Edilirdi. Hâlâ da ederim. Biliyorum sen şimdi okuyunca dersin ki ne suçu var teyzenin sen de! Doğru ama ne yapayım işte, elimde değil. Nerden bilecektim ben her gün düştüğün yere gitmenin gereksiz olduğunu? Nerden bilecektim ayrıldığım şirkete son kez muhasebe için gittiğimde seni göreceğimi, nereden bilecektim ki ben senin de o gün oraya iş başvuru yaptığını, ben nereden bilecektim kabul edilmediğini duymak için ikinci kez geldiğinde karşılaşacağımızı?.. (Ne kadar da sinirliydin o gün.)


Ben nereden bilecektim çay içmeye davet ettiğimde kabul edeceğini, ben nereden bilecektim hesabı ödemeye çalıştığında Mahmut’un “senin paran burada geçmez yenge!” deyişine güleceğini, utanacağımı, ben nereden bilecektim tekli koltuklarımızın olacağını, nereden bilecektim kahveyi sevebileceğimi...


Hani hastalığım ilerlemeden önce benim bir fotoğrafımı çeker misin demiştim de “Sen? Fotoğraf mı çekilmek istiyorsun?” diye yadırgamıştın ya, o fotoğrafı bastırdım gidip. Aslında istedim ki sen de bakınca benim senin fotoğrafına baktığım gibi sana bakıyormuşum gibi hisset ama olmadı. Fotoğrafı görünce bu nasıl fotoğraf ya hiç güzel çıkmamışsın deyip gamzelerini lütfederdin yanında olsam biliyorum ama, şaşı gibi çıktığıma bakma, olmadığımı biliyorsun. Sadece karşımda sen varken başka hiçbir şeye bakamıyorum hala. Cennette bile...


Seni Seviyorum.


Bir de, ben o gün düşürdüğün fotoğrafı hiç kaybetmedim aslında. Cüzdanımın sol alt gözünde bir yırtık var, onun içinde. Sen de kaybetme."

Mektubun son sayfasına bir yaş düştü kirpiğe takılıp... Yaş düşünce, başka bir alemde iş makinaları çalışmayı bıraktı, ustalar demirlere vurmayı, arabalar korna öttürmeyi, insanlar yürümeyi, dünya dönmeyi, zaman akmayı... Bir tek başka bir yürek mektuba zarar mı verdim korkusuyla daha hızlı attı. Ve bir fısıltı duyuldu iki dudağın arasından:


“Düştüğüm gün peşimden gelsen, seninle sene daha çok zaman geçirirdik koca adam.. Seni seviyorum..”

Fatih Yılmaz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

söylü-yorum