Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Cumartesi, Aralık 24, 2011

Bilirim ki sevgin; göğsüme yağacak...

Yağmur, çarşaf çarşaf tepelerin üzerine örtülüyorken,
Rüzgâr; parktaki salıncakları sallıyorken aheste aheste;
Unutulmuş bir bisiklet parkın orta yerinde ıslanıyor...

Penceremden çok uzaklar gözükmüyor.
Yağmurun kesif grisi perde perde...
Yağmur yağınca deniz de karaya çalıyor, hava gibi. Gözlerin gibi...

Ve her yağmurda bilirim senin de gönlün akar; yağan damlalar gibi.

Nasıl ki toprak, her bir damlayı emiyorsa; hem de düştüğü anda,
yüreğim; aşkının her zerresini emiyor gönlüme düştüğün andan beri.
Düşlerim oluverdiğin andan beri...

Nasıl ki toprak kana kana içiyorsa yağmuru,
nasıl ki çatlayan damarlarına deva oluyorsa su;
Sen de benim deprem yarıklarıma doluyorsun...

Nasıl ki toprak, yağmurdan sonra mis gibi kokarsa;
ben de yaseminler gibi kokarım sana bulanıp...

Ve nasıl toprak, susamaya başladığında hasretle beklerse yağmur bulutlarını,
hava kararmaya başladığında herkes kapılarından içeri girip pencerelerini kapatırken, toprak,
mutluluk nağmeleri mırıldanmaya başlarsa;
İşte ben de havanın kararmasıyla, şarkılar söylemeye başlarım.

Çünkü,
bilirim ki; gök gürleyecek, şimşekler çakacak, belki yıldırımlar inecek yer yer,
Fakat sevgin; damlalar halinde göğsüme yağacak...


r. su

Çarşamba, Aralık 21, 2011

Gidişine Sevda

Yokluğun içime çakılıp kaldı.
Olmayışın; varlığımı sardı.

Gidişin, elinde meşaleydi; güzergâhındaki dallarımı, yapraklarımı, çiçeklerimi ateşe veren.

İçimde dalgalar kabarıyor.
İçimde yollar düğümleniyor.
İçimde ışıklar sönüyor, ev ev.

İçimde çocuklar ağlıyor;
Misketleri dağılmış, oyunları bozulmuş, üşüyen çocuklar...

İçi'm'den çıkılmaz durumlara saplanıp kalasıyım.

Bilsem ki gidişin; dönüşünün habecisidir,
Bilsem ki gidişin, geri dönüşlere gebedir,
Bilsem ki gün bana 'vuslat'ımı doğuracak...

Dizlerimin üzerine çöker,
gidişine sevdalanarak, sabahı beklerim...


r. su

Pazartesi, Aralık 19, 2011

Herbirimiz birbirimize maskelerimizin ardından hitab ederiz,
halbuki;
insanlar maskelerden nefret ederler...

Cumartesi, Aralık 03, 2011

Kıvır Saçlar

Küçük erkek çocukların saçlarından ne isterler bilmem.

O çocuk ki, kıvır kıvır ipeksi saçları vardır. Kucağına alır saatlerce seversin de doyamazsın. Ayrı bir sevimlilik katar bukle bukle yüzüne dökülen saçlar... Öpersin, koklarsın, okşarsın. Ayrı bi mutluluktur o saçlar, insanın içine yayılan gökkuşakları gibidir.

Sonra bir gün! Dehşete kapılarak! Yavrucağın güzelim saçlarını berberde bıraktıklarına şahit olursun. Neden berber, neden?
Misket başlı bi oğlan çocuğu olmuştur artık.

Hatur hutur ses çıkar sevince kafasını... Bi yere vuracak olsa, masumun alnından yarılması an meselesi olur falan, off..

Neden, neden uleyn? Böylesine acımasızlığı kendi evladına yapar mı insan?

-Ama çocuk çok terliyor abisiii. Yaz da geldi. Saçları hep böyle gözüne giriyordu. Rahat etsin istedik. Hem zaten biz kestirmedik. Bi gün dedesi aldı gezdirmeye gitti, döndüklerinde... böyleydi. Eh olsun yine uzar...
  
Ana fikir: Uzamaz o saç. Çocuğun boyu uzar, eli kolu uzar da, o saçlar aynı şekliyle uzamaz, benden söylemesi.
Dede fikir: Dedeler sevmili oldukları kadar, tehlikelidirler de...


r. su

Ona vuruluyorum!

Çok değil, bi gönüllüktür aşklar; en fazla iki...
Yeni yetme ağaçların fışlan vermesi gibidir kalbinde aşkın filizlenmesi... Temiz, taze, yemyeşil...

Ne zaman olursa olsun, hangi vakte, hangi aya, güne denk gelirse gelsin; bahardır o mevsim...
Sevenin baharıdır; sevmeye iliştiği mevsim.
Yaz da olsa, kış da...

Nisan yağmurunun ilk damlası gibi düşüverir 'pıtt' diye avcuna, bazen de saçlarına...
Kalbine düşüverir kimi damla 'pıttt' diye. Şifa niyetine.

Yahut, uzaaaktan fırlatılan bir mızrak gibi saplanır; 'tammm' göğsüne...
Kalakalır, bakakalır, sevekalırsın.

Lâfla işinin bittiği andır o an.
Yüreğin söyleyeceği bi çift lâf kaldıysa, o da;

Hey! Açılın!
Sanırım ona vuruluyorum...


r. su

Çarşamba, Kasım 23, 2011

Bal rengi sevmelerini sevdim

Eylüldü.
Onyedisiydi, belki onsekizi.
Seni ilk gördüğümde, bal rengi uzun saçların arkadan irice bir lastikle toplanmış, sırtına uzanıyordu.

Ben senin bal rengi saçlarını sevdim.

Bal rengi gözlerini...
Bal rengi sözlerini;
Bal dengi sözlerini sevdim...

Ben senin, bal rengi gülümseyişinin hemen ardındaki; bal rengi sevmelerini sevdim...


r. su

Çarşamba, Kasım 16, 2011

Seni özlemek.


Cümle kurulur biter.

Bitmemiş cümle kurulmuş bir cümle değildir değil mi? Kurulamamış, yarım kalmış, mahzun kalmış…
Seni anlatırken cümle dahi kuramıyorsam, kelimeler kırılıp dökülüyorsa dudaklarımdan… Sana; seni yazmayı beceremiyorsam, bil ki içimde ikmale kalan cümleler vardır…
...

Özlemek öyle derin bir boşluktur, öyle dik bir uçurumdur ki; kıyısındaysan, nefesin kesilir…
Ya seni özlemek? Yâr…
Sesim, soluğum kesilir…

Seni özlemek öyle bir sıçramak ki kan ter içinde, uykudan… ya da uyuyamamazlıktan.
Seni özlemek; zemherir soğuğu.
Seni özlemek.

Çünkü öncesi; seni sevmek, özümsemek, benimsemek, içimsemek, taaa derinsemek.
Gülümsemek, canım’samak.
Yârimsemek!

Özlemek neye benzer biliyor musun? Kararsız yağmurlara…
Buluttan tek bir damla düşer. Halbuki yağmur yağmayacaktır. Bulutlar dağılır. Düşen o bir tek damla, dağılır, parçalanır ve bir anda emiliverir. Ne toprağın Su’suzluğu diner, ne de Su derd’e yâr olur. Toprağın göğsü yanarak çatlamaya devam eder…
Biliyorsun ki özlüyorum seni, senin de beni özlediğini, biliyorum…

Seni özlemek; umudu kapatıvermektir karanlık dehlizlere,
Seni özlemek, dudaklarımın konuşmaya küsmesi,
Cümlelerimin bitmemesi…


r. su

Pazartesi, Kasım 14, 2011

Otobüs Halleri


Daha dikkatli olmaya çalışırken aptal durumuna düştünüz oldu mu hiç?

Bin vakarla bindiğiniz otobüsün iki durak sonra Beylerbeyi yol ayrımından Üsküdar’a değil de Kadıköy yoluna girdiğini görüp telaşla ve feryat figan otobüs şoförüne seslenmeler, durağa gelmeden otobüsü durdurmaya ve inmeye çalışmalar, bütün bunlar insanın havasını olduğu gibi söndürür…
Şöforden yediğin zılgıt da cabası:
‘E durağa gelmeden bassana ablacım düğmeye!’

İndiğiniz yerden tünel durağına kadar topuklu ayakkabılarla yürümeye çalışmalar. Topuğun burkulması, telefonun elinden düşmesi, derken boynuna sarılı şalın yere inen ucuna basarak boğulayazmak falan. 
Of ki…
Aklın nerde diye sormazlar mı insana? Sormazlar! Sormadılar. Söyleyemedim.

Böyle aksaklıklar insanın motivasyonunu bir anda yerle yeksan edebilecek kadar kuvvetli olabiliyor zaman zaman. Çaresi yok. Çare kişiye göre değişiyor. Yüze kadar mı sayılır, kıpırtılı bir parça çakmak için kulaklığa mı davranılır, sakız mı çiğnenilir bilemem. Hal ve vaziyete göre envai çeşitlilik mümkündür…

Bu gibi durumlar yanlış binilen otobüslerden ileri gelir. 
Peki ya her gün şaşmadan bindiğimiz müdavimi olduğumuz sevgi yumağı otobüsler?

İşte bu otobüslerde ise tahlil yeteneğimiz şakımaya başlar. Diller susar, gözler konuşur. Misâl, Ddolmuşta aynı şey söz konusu değildir. Çünkü bu gibi yarı kalburüstü toplu taşıma araçlarında birbiriyle pek muhatab olmaz insanlar. Sanki taksi çevirecekmiş, parası olmadığından değil de, taksi rast gelmediğinden dolmuşa binmiştir her bir yolcu. Havada böyle bir koku dolanır zira…

Minibüse de acelesi olanlar biner genelde. Otobüsü bekleyemeyecek olanlar…
Binebilecek olanlar, bekleyenler; sıra olup da kuyruk oluştururlarken başlarlar birbirlerini süzmeye. Bu süzme ritüeli her sabah ve akşam devam eder. Semt otobüsleri müdavimleri için, kim, hangi mahallede oturur, sabah kaçta otobüse biner ve evine hangi saatte döner, hangi marka şemsiye kullanır, kışın gribi kaç günde atlatır malumdur.

Kimse birbirinin ismini bilmez, muhabbetleri de yoktur, fakat birbirleri hakkında karakolda ifade vermeleri gerekse, üç dosya kağıdı bilgi verebilir.

Hepimiz müdavimi olduğumuz otobüslerdeki yol arkadaşlarımızı ana babalarından daha çok görürüz. Her gün karşımıza denk gelip oturan er kişinin; annesinin yıllardır gıdısında fark edemediği kara benini, biz fark etmekle kalmaz; iyi huylu mu kötü huylu mu olduğuna bile karar veririz.
Herhangi bir yolcu hastalanıp da otobüste olmadığı zamanlar, elbette boşlukları doldurmak için onun yerine doğru ilerleriz fakat, gözlerimiz onun varlığını arar. Her bir otobüs yolcusu tesbih taneleri gibidir çünkü. Böyle de içliyizdir.

Gerginlikleri sevmeyiz, çıkarana da çıkarttırana da uyuz oluruz. Ama kavgalarda da illâ taraf tutarız. Tartışma uzar da şoför duracak gibi olursa ‘cık cık cık’ layarak olayı bitirtmeye, şoföre ultimatom vererek yoluna devam ettirmeye çalışırız. Yardım severiz, akbil uzatırız. Birbirimiz için inecek düğmesine basarız. Yaşlıları görünce yer vermeyip uyuyor taklidi yapan genç zevatı kınarız…

Velhasılı kelâm, çünkü laf uzar gider, ko kenara;
Yolcu yolunda gerektir.

Sevgiler benden :)



r. su

Çarşamba, Kasım 02, 2011

Üsküdar'da akşam vakti

Üsküdar'da akşam vakti...

Hani her zaman güzergâhımdır ya orası; eski kütüphanenin hizasından giriveririm avluya, hafif yokuştur caminin arka kapısından giriş yolu. Sağda kabirler vardır, sahipleri belki kaç yıllaaar önce geçtiğim yerlerde nefes almıştır...Ve elbette kediler vardır, sarılı-siyahlı, irili-ufaklı, analı-yavrulu...

Kenarda köşede oturan ihtiyâr dedeler vardır, ellerinde ekmekler; ufalayıp savururlar avludaki kuşlara... Sessizdirler, kimbilir belki de dertleri vardır kendilerine kadar... Önlerinden geçerim her gün, göz ucuyla seyrederek onları. Kuşlar uçuşur etrafımda kanatlarından öpücükler kondurarak etrafıma.
O sıralar, kim bilir belki, içimde sen; bana kadar...

Mihrimah Sultan camii'nden ezan vaktinin sesleri yükselir...
Avludan Eminönü İskelesi gözükür, daha uzakta Dolmabahçe.Gözlerim denizin kıyısında yüzer; gönlüm 'sen'in sularında...

Şadırvanda abdeste oturur genci, yaşlısı, okullusu... Çeşmeden akan mübareği avuçlar, öper, koklarlar. Karanlık inedurur. Acelesi olanlar şadırvanın etrafından dolanarak merdivenlere giderler hızlı hızlı, karıncalar gibi.

Merdivenlere kadar, yolumdaki kedileri seve okşaya ilerlerim. basamakları aheste aheste inerim. Sola kıvrılıp, renk renk şallar, örtüler satan ihtiyâr arkadaşıma selam verir, halini hatrını sorar, ve iskeleye doğru giderken seni düşünmeye devam ederim...



constantinapolitan

Pazar, Ekim 30, 2011

Paraşütünüzü Kim Hazırlıyor?

 
Charles Plumb Vietnam'da uçmuş, ABD Hava Harp Okulu mezunu bir pilottu.
Savaş sırasında yaptığı 75inci uçuşta, yerden havaya atılan güdümlü bir füze tarafından vuruldu. 
Derhal kendini fırlatıp paraşütle bir ormanın içine düştü. 
Kısa bir sure sonra da Vietkonglar tarafından yakalandı ve tam 6 sene Kuzey Vietnam'da esir olarak tutuldu.
Bugün Charles Plumb, yaşadığı bu tecrübe hakkında insanlara ders vermektedir.

Bir gün Charles ve hayat arkadaşı restoranda yemek yerlerken bir adam masalarına yaklaşır ve şaşkınlık içinde çığlık atar:

- Aman Allahım! Sen Plumb'sın! Vietnamda jet pilotuydun, 'Kitty Hawk' havaalanından. Uçağın düşmüştü değil mi?!

- Evet ama, sen nereden biliyorsun bunu?
- Biliyorum, çünkü uçuş öncesi senin paraşütünü ben hazırlamıştım.

Plumb hayretler içindeydi. Adam elini Plumbun omuzuna atar:
- Anladığım kadarıyla paraşüt işe yaramış.

Plumb, evet manasında kafasını sallar: 
- Eğer işe yaramasaydı şu anda burada olmazdım.

Plumb o gece, restoranda masaya gelen adamı düşünür. Savaş sırasında çoğu kez gördüğü bu adamla bir kez olsun konuşmadığını hatırlar. Çünkü o bir savaş pilotu, adamsa paraşüt hazırlayan basit bir askerdir sonuçta.
Oysa o asker, uzun tahta bir masada saatlerini harcayarak, dikkatle katladığı paraşütlerle her seferinde hiç tanımadığı bir insanın hayatını ellerinde tutuyordu.

Bu hadiseden sonra verdiği derslerde Plumb, dinleyicilere hep aynı soruyu sormaya başladı:

"Paraşütünüzü KİM hazırlıyor? "


Bütün hayatı boyunca ihtiyaç duyduğumuz her şeyi bir başkasının hazırladığı biz modern dünyanın insanlarına sorulabilecek en mânâlı sorulardan biri bu belki de...

Yaşamaya devam etmemizi sağlayan sayısız paraşütler var hayatımızda, her defasında bir başka insanın bizim için hazırladığı, maddi paraşütler, manevi paraşütler, duygusal paraşütler, ruhsal paraşütler... Neler neler?

Sahip olduğunuz en büyük kaabiliyeti kim kazandırdı size, veya düşünce yapınızı kim şekillendirdi? Kimler size moral verdi zor zamanlarınızda, ya da hayata dair maddi ve manevi değerlerin farkına varmanızı kimler sağladı?

Hayatınız boyunca paraşütünüzü hazırlayan kimlerdi?
İşte onlar hayatımızı borçlu olduğumuz insanlardır.
Peki siz kimlerin paraşütünü hazırlıyosunuz? 

Hiç düşündünüz mü?

(alıntıdır)

Cumartesi, Ekim 29, 2011

Yâr sevdiği kadar

Bilir misin neden konuşmaz çiçekler?
Ömrü senin onu sevdiğin kadardır...
İşte ömür; yâri sevdiğin kadardır,
ömür; yârin seni sevdiği kadar...

Onun gözlerinin içine bakmaktır hayatta kalmak. ve yaşamak içini sevgisini emmek, son habbesine, son damlasına, son nefesine kadar.
Ömrün; yârin seni sevdiği kadar...

Neden konuşamaz çiçekler?
Bilir ki vazgeçersen onu sevmekten; zaten gömülü olduğu toprakta ölmektir bu... Vazgeçilmiş her 'an' yaşayarak, ölmektir bu...

Çünkü,
Sevmek; yâr'a kadar, ömrün yettiği kadar...
Ömür; yâr sevdiği kadar.
Ömür, yâr; sevdiği kadar.

r. su

Çarşamba, Ekim 26, 2011

Nice yıllara...

Bugün senin doğum günün.
Doğum günün kutlu olsun.

Doğduğun gün; doğacağım gündür. Doğum günün; benim günümdür.
Bugün, benim doğum günümdür.
Doğum günüm kutlu olsun.

Uzaklardan, öncelerden; doğacağımın müjdesini almaktır, doğum günün...
Uzaklardan, öncelerden; seni sevmeye talip olmaktır...
Uzaklardan, öncelerden; seninle yürümeye söz vermiş olmaktır...

Doğum günün bana kutlu olsun.
Nice baharlara, nice sevinçlere mutluluklara, nice kedilere, dağlara, denizlere, balıklara...
                                                                            
Nice yıllara...

r. su

Pazar, Ekim 23, 2011

Adını yazamıyorum

Adını yazamıyorum.
Zannediyorum ki tutşacak kalem, alev alacak kağıt, yangın çıkacak yüreğimde ve ben kül tutmaya yüz tutmuş bir çınar gibi bulamayacağım seni; yangınımın orta yerinde...

Diyorum ya; yazarken seni, damlarsan kağıdıma ve yayılırsan mürekkep olup satırlara; kanım olup damarlarımda yayıldığın gibi...
Ya diyorum, artık; kağıdımın olursan?
Ben...
Ne yaparım?
...

Adını yazamıyorum...
Adını... Söyleyemiyorum...

Zannediyorum ki tutuşacak dilim, alev alacak kelimen ve verdiğim her nefeste büyük bir yangına dönüşecek içimden üflediğim aşkın!

Zannediyorum ki her harf mızrak olup saplanacak gırtlağıma;
Yutkunamayacağım!
Boynumda isminden bir gerdanlıkla kıvranacağım...

Zannediyorum ki ismin kement olup dolayacak kendini kalbime, asılacak ipine ve kalbim;
Göğsümden kanlar sızarken,
atmaya devam edecek ellerinde...

r. su

Salı, Ekim 18, 2011

Dayak Dublörü

- Ne bakıyorsun aslanım?
- Ne var lan göz benim değil mi bakarım bakmam sana ne, "aslanım"!
Arkadaşı söze giriyor:
- Ya abi bırak gidelim bulaşma boş ver .
- Dur bir dakika oğlum!
Bana dönüyor:
- Bana bak , akıllı olacaksın lan! Bana omuz atıyorsun!
Üzerime atlıyor. Boğuşma başlıyor, 1 dakika geçmeden yerdeyim.
- Sana akıllı olacaksın demiştim. tpufff!

Tükürmeseydi iyiydi .Susuyorum. Dayak yemiş olmanın mağrurluğu var üzerimde. Dövenin yanındaki karışık duygular içerisinde. Arkadaşının ufacık haliyle beni nasıl bir hamlede yere yatırdığına şaşırırken, bir yandan da bana üzülüyor sanki. Kanayan dudağımdan sızan kanın tadını alıyorum. Sanki paslı demir kemiriyor gibi. Çocukken kansızlıktan içtiğim Ferrum'un tadıyla aynı. Döven yürü gidelim diyor, yanındaki de bana son kez bakış attıktan sonra onunla birlikte uzaklaşıyor..

"Tükürük biraz abartı oldu ama nereden baksan 20 kağıda daha sebep olur."

Yerden kalkıyorum, bakkal İbrahim Ağabey gelip "Oğlum bu yaptığın iş değil ya hu!" diyor. Konuşmasında şefkat var. Gülüyorum:

- N'aparsın ağabey, ekmek parası. Oğlana söyle de iki ekmek getirsin.

Ne diyeyim ki sana bakışı atıp dükkana giriyor. Evin önündeyim. Merdivenlere yöneliyorum. Üstüm başım toz içerisinde. Dudağım şişmeden buz koyup bir duş alsam iyi olacak. Eve girince ilk iş aynaya bakıyorum. Neyse ki suratıma çalışmamış, dudağım dışında pek sıkıntı yok. Söz verdiği gibi omuzlarıma ve karnıma çalıştı. Bir kaç tane de kıça bacağa tekme hepsi o. Paranın yarısı akşama hesabımda olur. Olmazsa evini okulunu arkadaşlarını biliyorum, affetmem..

Ben bir dayak dublörüyüm. Bu benim taktığım ad tabii,mesleği bulunca ismi bulmak da size kalıyor. Ne olsun diye çok düşündüm, kendimi en iyi hissettireni buydu. En basit anlatımıyla para karşılığı dayak yiyen bir insanım yani.  Aslında kendime ait bir mesleğim var, iktisatçıyım. Üniversiteyi ilk kazandığım anı hatırlıyorum da, canım annem nasıl da sarılmıştı boynuma. Omzumda hissetmiştim gözyaşlarını. Kim ağlarsa ağlasın da, anacığım ağlamasın derdim hep. O öyle ağlayınca dayanamamış ben de ağlamıştım. Ama mutluydum da, İstanbul'a geliyordum. Her şey bambaşka olacak, 4 yılda okulumu bitirecek, mükemmel bir iktisatçı olarak dönecektim baba ocağına.

Hiçbir şey beklediğim gibi olmadı. Okulu 7 senede bitirdikten sonra iş aramaya koyuldum. Aslında mezun olurken de aynı üniversiteyi kazandığım günkü gibi ümitliydim. İyi bir iktisatçı olma şansım hala devam ediyordu. Ama yine beklediğim gibi olmadı. Başvurduğum her yer sırt çevirdi. Arada kabul edenler oldu, ben beğenmedim. Benim beğendiklerim de beni beğenmedi.. Her kaybettiğim anda, ayda ve yılda daha da azalıyordu şansım. Bir gün oturdum hesapladım, toplamda benim mezun olduğum bölümden mezun olan öğrenci sayısı 30 binlerdeydi. Her geçen sene de bir o kadar daha biniyordu üstüne, ve benim ümidim kalmamak üzereydi. Arada part time çalışma deneyimlerim, garsonluklarım, kasiyerliklerim oluyordu tabii ama sadece karnımı doyurmaya yetiyordu hepsi o. Bir şeyler yapmalıydım..

Her sabah olduğu gibi yine gazetenin orta sayfasını açtım, ilanlara bakarken bir tanesi gözüme çarptı:

"DAYANIKLI DUBLÖR ARANIYOR. "

Çok dayanıklı bir insan değildim, ama merak ettim, aradım numarayı. Bir film setinde kötü adam olup dayak yiyecekmişim. Madem canım yanacaktı, yavaş çeksek de hızlandırsanız olur mu diye sordum. Vurur gibi yapacaklarını, yere atlarken falan canım yanabileceği için dayanıklı yazdıklarını söylediler. Kabul ettim, 1 hafta sonra çekime gittim. Oyuncuyla anlaştık yönetmenin huzurunda. Sol yumruğunu çıkaracak, yumruk benim sağ tarafıma gelecek ve ben de yere düşeceğim. Sonra da paramı alıp gideceğim. Bu kadar.

- 3-2-1 kayıtt!

Her yer simsiyah.

"Kardeşim iyi misin? kardeşim uyan!"

Gözlerimi açtığımda aktörün nasıl üç buçuk attığını görmeliydiniz. Gerizekalı adam sol değil sağ yumruğunu çıkarırken ben sağa tarafa kafamı atmıştım, ve yumruk benim sol tarafıma gelmişti. Çenem koptu sandım. Neyse ki bir şey yoktu ve dava açmamam için paramı da fazlasıyla almıştım. Alan razı, veren razıydı yani.
O kadar bunalmıştım ki iş aramaktan, koşturmaktan, kira derdi çekmekten. Yumruk rahatlatmıştı sanki. Hem ruhumu, hem de cebimi. Setten çıktığımda bir rahatlık, bir mutluluk vardı üzerimde. Yatağa girdiğimde huzurluydum nedensiz. Dayak yemiş ve para kazanmıştım. Hem de koftiden dayak.

"Lan?! Olur mu dersin?"

Kendimle samimi bir insandım.

"Denemeye değer derim hacı. Kaybedecek bir şey yok."

Kendim de bana karşı boş değildi.

Tutar mı bilmiyordum ama parayla dayak atmak isteyenler olabilirdi. Numaradan tabii. Yoksa Kemal Sunal’ın filmindeki iş adamını dayak yiyerek rahatlatan Mazlum olmaya hiç ama hiç niyetim yoktu.

Uyanınca ilk iş gazeteyi arayıp son kalan paramla ilan verdim. Ertesi gün orta sayfadaydı.

"SİZ DE Mİ KARİZMA YAPMANIN PEŞİNDESİNİZ? 
DAYAK DUBLÖRÜ. ARAYIN."

İnanır mısınız, telefonum susmadı. İstisnasız 1 ayım 2 günlük ilan sayesinde doluydu  ve ayın sonunda kazanacağım parayı ben hayatım boyunca bir arada görmemiştim.

Olayım basitti, paranın yarısı hesabıma yattıktan sonra daha önce konuşulan yerde denilen zamanda "tesadüf" olarak dayak yiyeceğim kişiyle karşılaşıyor, daha önceden belirlenmiş diyaloğu gerçekleştiriyordum. Üniversitedeyken tiyatro kulübüne yazılmış olduğum için 5 yıl önceki asosyal halime teşekkür ettim bu sürede çok. Bu sayede pot kırmadan rolümü güzelce oynuyordum çünkü. Oyunumuz bittikten sonraysa akşamına paranın yarısı hesabımdaydı. Anlaşmanın dışında yapılmış hareketler ve yaralanmalar ek ücrete tabi oluyordu. Kimlerden dayak yemiyordum ki, arkadaşlarına karizma yapmaya çalışan gençlerden, (18 yaş altı uygun değildi.), çok bilindik bir senaryo olan sevdiği kıza güçlü görünmek isteyen erkeklerden, borcunu ödemeyen müşterisinin yanında borcunu ödememiş bir müşteri olarak bakkallardan, market sahiplerinden, galericilerden.. Öğrencilerinin önünde öğretmenlerinden bile dayak yemiştim. Hatta kocasının gözünü korkutmak isteyen bir kadından bile...

Haftasonları normal günlere göre daha yoğun olmakla birlikte, günlerim günde iki dayak yiyip, sonra keyfime bakmakla geçiyordu.  Yine bir sabah dayak yemek üzere uyanmış, telefondakiyle anlaştığımız üzere ne tarafa doğru savrulacağımı, hareket edeceğimi düşünerek evin az ilerisinde bulunan minibüs durağına doğru yürüyordum. Bir ara bir ses duyup minibüsün geldiğini düşünerek arkamı döndüm, döndüğüm anda arabanın biri durdu. Direksiyondaki kişiye baktım, karşıdan karşıya geçeceğimi sanmış bana yol veriyordu.

"Kalp her olaya reaksiyon veren ilk organdır."

Yine öyle oldu. Ancak hemen sonrasında elim, kolum, dilim, zikrim ve fikrim, hatta geleceğim ve geçmişim.. Hepsi kilitlenmişti. Biyolojik sıralamaya göre hücrelerimden dokularıma, dokularımdan organlarıma, organlarımdan vücudumun tümüne bir şey oldu. Daha önce olmamış bir şeydi. Heyecan değil, ama her şeyden çok heyecanlandıran, mutluluk değil ama her şeyden çok mutlu eden.. Onun bir adı vardıysa oydu olan ve bu oluş saliseler içinde oluyor, tüm benliğimi dolduruyordu.

"Allah'ım herhalde bugün sağlam dayak yiyeceğim ki moralimi düzeltmek için bir meleğini gönderdin."

Kafamı eğip teşekkürümü tebessümle pekiştirerek karşıya  geçtim.  İyilik yapmanın mutluluğuyla tebessüm edip yoluna devam etti. Yolun karşısında işim yoktu, minibüs olduğum taraftan geçecekti ama o kadar güzel yol veriyordu ki, karşı koymak imkansızdı. Belki de çok güzel yol vermemişti ama o kadar güzeldi ki, ne yapsa çok güzel oluyordu. Mesela ben onun kadar güzel araba süren de görmemiştim daha önce...

Güzelliğini düşünmeye dalmışken minibüsün önümden hızlıca geçip gittiğini farkedip yetişmek için koşturdum, ancak yetişemedim. Diğeri için beklemeye koyuldum. Dışarıdan bakan birisi için minibüsün gelme istikametine dönmüş şekilde yolunu gözleyen birisi gibi duruyor olabilirdim ama o sırada aklımda ne minibüs, ne de az sonra yiyeceğim dayak vardı. Sadece bana yol veriş anındaki tebessümdü bütün varlığımı manalandıran. Zaten öyle olduğu için, diğer minibüsü de kaçırdım. Artık gitmek için çok geçti. Dayak yiyeceğim kişiyi aradım, bugün çok hasta olduğum için gelemeyeceğimi söyledim. Mırın kırın etti, haklıydı da,ama parasını anlaştığımız üzere fazlasıyla geri yatıracağımı söyleyince ikna oldu.

Eve doğru yürümeye başladım. Ben yolda yürürken çizgilere basamam. O gün kesin basmışımdır.  Eve girmeden önce Tuzbaba Camii'ne uğrar bir parmak okunmuş tuz yerim. O gün camiinin önünden geçtiğimi bile hatırlamıyorum. Düşüncelerim parsellenmiş, kalbim imara yeni açılmıştı. Sultanıysa tahtını inşa etmeye başlamıştı bile. Eve girmeye çalıştığımda kapının kiliti anahtara , kapı bana dar geldi. Odalar olduğundan daha küçük, ev bir baraka büyüklüğündeydi. Durduğum her yer dar geliyordu..

" Eğer deniz kenarında bir memlekette doğduysanız sizi rahatlatacak tek şey denizdir. "

Deniz kenarına indim. Küçüklüğümden beri bulutlu havaları çok severim. Şekillerini bir şeye benzetmeye çalışır, benzettikçe mutlu olurum çünkü. Başımı kaldırdım, incelemeye başladım. Bir bulut gözüne, bir bulut dudaklarına, bir bulut saçlarına, bir bulut dudaklarına, iki tanesi kaşlarına, gökyüzünün tamamı da ona benziyordu ve denize yansıyıp kıyıya vuruyordu her dalgada..

Bulutlar kayboldu, güneş kayboldu, yıldızlar çıktı, ben yerimden kıpırdamadım. Uyku hakim olmaya başlayınca gözlerime, eve dönüp hayallerle daldım uykuya.

Sabah hiç işim olmamasına rağmen ilk iş olarak minibüs yoluna gittim, olur da yine geçerse diye. Bir gün öncesine göre yarım saat erkenden oradaydım. Beklemeye koyuldum. minibüsler geldi, minibüsler geçti ama o geçmedi. Tam ümidimi kaybetmiş geri dönecektim ki, aklıma mıh gibi işlediğim plaka gözüktü uzaktan. Hemen arkamı döndüm, tam yanımdan geçecekken de bir gün öncesindeki hamleyle ters istikamete döndüm.

"Durdu! Şükürler olsun durdu!"

Gözlerine baktım, baktım... Donakalmıştım. kıpırdayıp karşıya geçmem gerekiyordu biliyordum ama vücudu yönetenin beyin değil kalp olduğunu o sırada anlıyor, öylece duruyordum. Şaşkın şaşkın suratıma bakıyor, ne yapacağımı bekliyordu. Arkadaki arabanın korna sesiyle irkilip yine tebessümle teşekkür ederek karşıya geçtim. O kadar şaşkın şaşkın bakıyordu ki, ben hayatım boyunca öyle güzel şaşkın bakan kimse görmedim...

Sonra her gün, her sabah minibüs yoluna yürüdüm görmek için. Her gün her sabah yol verdi, her gün her sabah daha çok aşık oldum, her gün her sabah ben daha önce onun kadar güzel bir kadın görmediğimi anladım..

Haftalar geçiyor, her sabah gidiyordum, yol veriyordu ve karşıya geçiyordum. Artık aramızda konuşmadan bir diyalog oluşmuştu. Ne o camı açmıştı bir kere, ne ben bir kere arabasına yaklaşmıştım ama geçerkenki bakışmalarımızla biliyorduk iyi olduğumuzu. Ancak böyle olmuyordu, bir şeyler yapmak lazımdı ki hayallerimden çıkmayan insanı hayatıma sokabileydim.Her gece, bir sonraki sabah için konuşma kararı alıyor, gördüğüm anda ise bir sonraki güne erteliyordum...

Yine evde oturmuş O'nu düşünürken telefonum çaldı. Basit bir iş teklifiydi. Yeni açılmak üzere olduğu kıza karizma yapmak isteyen bir adam ve dayak yiyecek olan ben. Aşkı tattığım için, elde etmek için yapılan her şey mübah gelmeye başlamıştı. Yine memnuniyetle kabul ettim. Omuz mu atayım yoksa yengeye laf mı atayım dedim, nazikçe rahatsız etmemi istedi, kabul ettim. En nazikçesi belliydi, " vaay yavrum vaayy."  Kendimden iğreniyordum bunu yaparken ama, az sonra nasılsa dayağını da yiyordum.

Akşam üzeri belirlenen saatte istenilen yerde beklemeye koyuldum. Bir yarım saat beklememden sonra, telefonda anlaştığım kişiyi gördüm. Tarif ettiği gibi siyah bir paltosu vardı ve deniz fenerinin yanında beni görünce kafasını kaşıyıp burnuna dokunacaktı. Hareketlerini seçebileceğim yakınlığa gelince önce kafasını kaşıdı, sonra burnunu. Doğru adamdı. Gelenlere doğru yürümeye başladım.

Yaklaştılar, yaklaştım...

Siz hiç tsunami yaşadınız mı? Her yer sallanır önce. Etrafınızda neye baksanız titrediğini görürsünüz sizinle birlikte. Sonra o kadar şiddetli olur ki bu sallantı, iki zemin kayar birbirinin üstüne denizin altında. Sular sıkışır ikisinin arasında, ve ikinci harekette hızlanarak çıkar yeryüzüne. Sıkışırken bir sessizlik olur, dünya durdu sanırsınız. Sular çekilemeye başlar  kapıyı kırmak için gerilen insan gibi yavaş yavaş. Ne olacak diye izlersiniz.. O an geri gelmeye başlar dalgalar dehşetle, her saniye hızlana hızlana. Sonra kıyıya bir çarpışı vardır ki; dünyayı yörüngesine oturttu sanırsınız..

Ben hiç tsunami yaşamadım. Ama kafamı kaldırdığım anda etrafta neye baksam titremeye başladı benimle birlikte. Sonra o kadar şiddetli oldu ki bu sallantı, iki kalp kapakçığım kaydı birbirinin üstüne kaburgalarımın altında. Sıkışırken bir sessizlik oldu, vızır vızır geçen arabaların bile sesini işitemez oldum.  Kanım çekilmeye başladı yavaşça, kalbimin pompalamasıyla başladı geri gelmeye. Damarlarımın arasından son sürat ilerleyip kılcal damarlarımı zorlayarak yarışan kanların beynime bir vuruluşu vardı ki, kendimi kaybedebilirdim. Önce beynime vurdular sonra bütün vücuduma.. Dünyayı yörüngesine oturttu sandım..

O'na yaklaştıkça beynimin sahiline vuran kan dalgaları beni daha da heyecanlandırıyordu. Her gün görmek için aynı yerde dikildiğim kadın karşımdan geliyordu ve ben birazdan onun yanında dayak yiyip yanındaki lavuğa prim yaptıracaktım. Adam bana, bense yanındakine kilitlenmiş yürüyordum. Ne atacağım laf aklımdaydı, ne yiyeceğim dayak. Aramızda bir metreden az mesafe kalınca, yine tebessüm etti o tebessüm edince çiçekler açtı, o tebessüm edince kuşlar cıvıldadı, o tebessüm edince, o tebessüm edince benim kelimelerim tükendi.

"Siz?" dedim,
"Siz?" dedi şaşkınlıkla.
" Bu, bu çok gari.."
- Seni şerefsiz uzak dur o kadından!

Gibi bir ses duyar gibi oldum aslında ama tam emin değilim. Her yer yine karanlıktı. Birçok kere ayıldım yediğim yumruklardan sonra ama hayatımda hiç tekrar tekrar yumruk yiyip bayılmak ve tekrar ayılmak istediğimi hatırlamıyorum. O gün istedim. Hem de binlerce kere. Çünkü gözlerimi açtığımda endişeyle bana bakan bir çift göz gördüm, en hayallerimi süsleyeninden. Başım dizinde, elleriyse uyandırmak için şaplak atarken yanaklarımda.. Bana bakıyor, bir taraftan da bağrınıyordu.

-Selim Allah kahretsin ne yaptın sen!!
-Görmedin mi laf atıy..
-Git buradan! derhal git!

Selim gitti. Bize bakan onlarca kişi olsa da,başbaşaydık.

-İyi misiniz? Çok çok özür dilerim iyi misiniz lütfen cevap verin!
Gülüyordum. Sebebini anlamıyordu ve o şaşkın ifade vardı suratında yine.

-İyiyim, iyiyim sağ olun sorun değil. Ama yerden kalksam iyi olacak.
Yardımıyla yerden doğrulup, en yakın banka oturduk. Kendime gelmiştim. Gelmemek mümkün değildi zaten. Özürler diledi, neden böyle yaptığını anlamadığını, aslında öyle bir insan olmadığını falan anlattı. Öyle güzel konuşuyordu ki, görmeliydiniz. Ben hayatımda onun kadar güzel konuşan başka kimse görmedim.. Sonra adımı sordu, adını sordum muhabbet etmeye başladık. Gülüştük, konuştuk, eğlendik.. Saatler geçiyordu, ve biz farketmiyorduk. Sonra bir ara sessizlik oldu,

"Ben," dedim.
"Ben," dedi aynı anda.

"En son aynı şeyi söylediğimizde sağlam bir yumruk yemiştim, korkuyorum."

Öyle güzel güldü ki, görmeliydiniz. Ben hayatımda onun kadar güzel gülen başka kimse görmedim..

- "Söyle lütfen." dedi.

Tüm cesaretimi toplayarak başladım söze.

-" Ben aslında o minibüs yolunu sadece bir kez kullanacaktım. Ama o kadar güzeldin ki, her sabah aynı yerde aynı saatte bekledim seni."

Yine güldü.

"Ben, " dedi.

- Aslında o minibüs yolundan sadece o gün geçecektim. Ama o kadar güzeldi ki, her gün her sabah aynı yerde karşılaşmak için bekledim seni.

Gözlerim parıldadı, tebessüm etti. O kadar güzel tebessüm ediyordu ki...


Fatih Yılmaz