Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

Salı, Mayıs 31, 2011

Yoluna devam et

Zor...
Zorluklarla yaşamak da zor...

Zorlukların ardından yaşanan mutluluklar ise; acı şurubu içtikten sonra ağza çalınan bir kaşık bal misali
Tatlı...

İnsan; o koskoca ve ağır yüreği içinde taşıyor...
Ve bazen an geliyor ki; yüreği içinden taşacak oluyor...

Kalbinin; vücudunun içinde, göğsünde olduğuna bakma;
Asıl,
Biz kalbimizin içinde, ve her an onun göğsünde ağlıyoruz...

Yanında olduğum gibi, yanımda olduğunu biliyorum...
Yan yana yürümek, el ele tutuşmak için bir fırsattır...

Tut elimi, 
Korkuların artık bana emanet...
Sen;
Yüreğimi de alarak;
Yoluna devam et...

Su.

Küçücük bir kız

Senin bana uzanmış kolların sarktı iki yanına...
Benim oyuncağım düştü elimden. Hüznümden...
Ayrılıyorduk işte.
Veda anında gözlerime çakılan gözlerini...
Bakışlarını nakşediyordum zihnime.
Bir damla süzüldü kirpiklerinden ve zarifçe düştü toprağa.
Gitmem gerekiyordu fakat sana nasıl sırtımı dönebilirdim!
Nasıl katlanırdım ayrılığına... Arkamdan mahzun oluşuna...
Zaman geçtikçe benimle beraber büyüyecek olan sensizliğe nasıl giderdim adım adım!

Bir daha tutamayacak mıydık birbirimizin elini?
Öremeyecek miydik artık birbirimizin saçını?
Sayamayacak mıydık geceleri yıldızları...

Hani beraber topladığımız yapraklarla resimler yapacaktık?

Bir daha göremeyecek olursam diye seni kumbaramı bırakıyorum sana içindeki paralarla. Üstüne sen de koy her hafta ve büyüyünce beni görmeye gel olur mu?

Biz uzaklara gidiyormuşuz.
Uzakları tanımıyorum ki...

Hüznün gırtlağına hapsolmuştu hissedebiliyordum...
Ve belki de ardımdani hıçkırık oluverecekti.
Bensizliğin ve kimsesizliğin acısı kucaklaştı bağrında.

Ardımdan
Gözlerini diktin ufka
ve dedin ki: Nerdesin?
Daraldı daraldı için...
Derin nefesler almaya çalıştın dar geldi göğsün ciğerlerine soluksuz kaldın.
Ve dedin ki: Soluğum sendin...

Yıllar sonra...
Ben seni kalbimin en masum köşesinde uyuturken sen çıkageldin.
O kadar değişmiştin ki...
Seni tanıyamazdım eğer bakışların o denli aynı kalmasaydı...
Gözlerinden süzülen mânâlar birdenbire kolumdan tuttuğu gibi o güne götürdü beni...

Senin bana uzanmış kolların sarktı iki yanına
benimse oyuncağım düştü elimden...
Bakışlarını nakşetmiştim zihnime...

Sen ne kadar değişsen de değişmeyecek olan bakışlarını...

Su.

Cumartesi, Mayıs 21, 2011

Kendini Özgür Bırak



Çoğu zaman kendimizi esir eder insan; bir başkasına olan, bir olaya olan, bir yere olan, en önemlisi de, bir fikre olan küslüğüne... Birine kızmak, bir yerden nefret etmek, bir fikirden kaçmak... Geçenlerde bir köşe yazarının notunda okumuştum. Diyordu ki: 'Barışmak, hürriyettir!' Ölümle, mezar taşıyla ilgiliydi bu notu... Diyordu ki:

"Umurumda değil 'Bahçesinin ortasında, kapısı önünde mezar taşı dikili tek manyak' olmakla gurur duydum her zaman. Barışmak, hürriyettir!.." (m.erkul)

Neden kendimizi mahkum edelim ki belki bir ömür boyu içinde kalacağımız zindanlara... Neden rahat bir nefes almak varken göğsümüzde sıkışıp kalan kasvetlerle yaşayalım?.. Hayatta affetmem! dediğimiz bir insanı affettiğin dakika; ne kadar rahatlayacağın, ve artık o insanla hiçbir 'bağın' kalmayacağını biliyor musun? Çünkü ona kızgın kalmak; seni ona bağlayan, seni kasvetlere bağlayan en büyük 'bağ' değil mi zaten? Bağlarından kurtulman için... Onu ve kendini özgür bırakabilmen için... Onu affederek; kendinle barışmak için... Bağışla gitsin. Barış gitsin... :)

En büyük küslüklerden biri ölümle mi? Neden kaçmaya çalıştık ki bunca zaman ölümden? Kaçan kovalanır aslında unutmamak lazım. Kaçtığımız için mi ölüyoruz her birimiz? Hayır kaçtığımız için ölmüyoruz. kaçsak da kaçmasak da eninde sonunda öleceğiz. Ölümden kaçış olmadığına göre; 'ölüm' fikrinden kaçış niye? Mezarlardan korkmak niye? Halbuki herkesçe malumdur; ölülerden bir zarar gelmeyeceği, bilakis yaşayanlardan korkmak lazım olduğu.

Babamla bir gün mezarlığa gitmiştik. Dedesinin mezarının üzerine oturup okşamaya başladı toprağını... 'Baba, dedim. Napıyorsun?' 'Sana ne! dedi. Dedem o benim. Kucağına oturuyorum.' demişti... O zaman bütün mezarlarla barışmıştım... :)

Küslük kiminle, neyle olursa olsun; insanın elini kolunu değil ama, 'zihnini' çepeçevre bağlayan kalın bir halattır. Özgür olmak istemiyor muyuz her konuda? Tamam işte, en temel özgürlük zihinde başlar.

Kendini özgür bırak... :)

Celal Temür

Çarşamba, Mayıs 18, 2011

Kaçak


  
   Yaz mevsiminin en sıcak günlerindeyiz fakat ormanın serinliği bunu telafi edebiliyor... Çünkü yaprakları güneşten ve sıcaktan korunmaya elverişli fedakar ağaçlar var üzerimizde.
  
   - Saat : 18: 55 -
  
   Koşmaktan nefes nefese kaldık. Birimiz yirmi yaşın biraz üstünde, birimiz de diğerinden iki yaş büyük iki kız olmamıza rağmen, gösterdiğimiz çaba ve harcadığımız enerji, kuvvet; yaşımızı başımızı aşıyor... İki yüz metre kadar geriden köpek sesleri geliyor, bu ses; kampın ortasındaki meşe ağacının altında kulübesi duran, "Rotrider"lara ait. Çok kabiliyetli, herkesin sahip olmak istediği, eğitilmeye müsait hayvanlar. Ama ne de olsa av köpeği değiller. Evet, ardımızdan gelenler onlar...
   Adımlarımızı sıklaştırıp ormanın daha ücra köşelerine gitmeye çalışıyoruz. İhtiyacımız olan tek şey; bizi, sadece bir geceliğine barındırabilecek ve gözlerden uzak kalmamızı sağlayabilecek bir yer. Yorgunuz, ve artık aldığımız nefesler; gırtlaklarımızı, bir bıçak yutuyormuşçasına yakıyor. Daha önceden defalarca ormanı baştan sona dolaştığımızdan iki ucu arasındaki mesafenin yalnızca yarım saatlik olduğunu ve bu ormanda bizi saklayabilecek nitelikte bir yerin olmadığını biliyoruz. Fakat ormanın diğer ucundaki anayola yetişemeyecek olursak; bu zayıf fikir en iyisi gibi görünüyor. Sırt çantalarımızdan su şişelerimizi çıkaracak kadar bile zamanımız yok. Bu, düpedüz bir kaçış; çünkü kaçmaya devam etmediğimiz takdirde, ikimiz içinde hiç ama hiç iyi olmayacak...
  
   - 1 Saat 20 Dakika öncesi... -
  
   Kaldığımız kampın iki katlı karar merkezleri binasının ikinci katındaki penceresinden atladık. Kuzenim ayağını incitti, benimse; gül ağaçları arasına denk geldiğimden dolayı, elmacık kemiğimin üzeri, gözümün kenarından başlayarak olduğu gibi yırtıldı. Zannedersem sırtımda da sıyrıklar var çünkü sırtım ve çizilen diğer yerlerim cayır cayır yanıyor.
   Kısa sürede kendimize gelebildik ve binanın yirmi metre kadar batı-yakınındaki koruya koşmaya başladık; bu korunun yüz metre ileride bir ormanla birleştiğini, sekiz yıl önce kampa ilk kez katıldığımda tecrübe etmiştim... Ve öyle geliyor ki, bu defa buraya son gelişim...
   Artık kaçabildiğimiz kadar kaçacağız…
   …
  
   Genellikle film seyrederken aklıma gelirdi; bu kahramanlar neden takatinin yettiği kadar koşmuyorlar da, yarı yolda falan kalkıp da dinlenmeye çalışıyorlar diye... Gerçekten de bir müddet sonra, tehlikenin bir soluk geride olmasına rağmen artık tükendiğinizi anlıyorsunuz... Daha hızlı koşmaya güç yetirilemeyeceğini gayet iyi anlamıştım.
   ...
      
     Artık belli bir tempodan daha hızlı kaçacağımızı zannedemiyoruz, çünkü bırak tempomuzu artırıp azaltmayı, başımızı çevirdiğimiz ya da elimizi belimize koymaya çalıştığımız an bile dengemiz ciddi şekilde bozuluyor. Ne yapılması gerektiği akla gelmiyor böylesine gürültülü anlarda. Daha iyi ifade etmek gerekirse; Gürültünün beyinlerde olduğu anlarda...
   Epey yorulduğumuzdan, hızımızı mecburen azaltarak koşmaya devam ettik. Konuşacak olsak ormanın ortasında yığılıp kalacaktık , bu yüzden ikimizden biri ne yapacağımıza karar vermeden konuşmuyorduk, sanki önceden anlaşmış gibi... Koşmaya başlayalı yirmi dakikaya yakın olmuştu. Henüz güneş batmadığından yönümüzü ve saati aşağı yukarı yanılmasız olarak hesap edebiliyorduk. Kuzey batı istikametine, aynen bu tempo ile gideceğimiz takdirde, on dakika sonra anayola çıkarız diye düşünüyordum.
   ...
      
   On beş günlük kampın altıncı gününde aleyhimizde bir telgraf geldiğini, bizi apar topar odasına çağıran kamp müdürü bildirmişti. İkimiz; kuzenim ve ben, ayakta dikilmiş bu telgrafın hangi nedenden ötürü geldiğini kestirmeye çalışıyorduk. Cevap bizim zihinlerimizde uyanan ama on gündür belli etmemeye çalıştığımız cevabın aynıydı; hapis kaçkınına yataklık!..

   ...
      
   Kuzenime ikaz ettiğim halde, o adamla alakasını kesmemişti. Aslında göründüğü gibi olmadığını iddia etmekte ısrarlı ve onun tarafındaydı ama bu öncesi olan bir durumdu. Başımı belaya sokmaktan son anda kurtulduğum bir ara artık sözünü ettiğim 'kaçak'la yollarımızı ayırmak üzere yaptığım konuşmanın akşamı, kuzenim, aynı adamı; hakkında ileriye dönük ciddi şeyler düşündüğü arkadaşı olarak tanıştırmıştı ailesiyle. Orada, o akşam ben de vardım. İçeri girdiklerinde henüz orada değildim ama o akşam beni oraya çeken bir şeyler vardı...
   Ve onlardan yaklaşık yarım saat sonra oraya gittim. Karşılaştığımızda kan beynime sıçramış ve hâlâ benimle görülecek hesabının bitmediğini düşünerek ailemden birilerini bu işe karıştırmaya çalıştığını sanmıştım. Sonra hiçbir şeyin görüldüğü gibi olmadığını anlamıştım. Ona karşı merhametli olmalı ve hayatını kuzenimle beraber yeniden şekillendirmesine izin vermeliyim, diye düşünmüştüm. Her insanın ikinci hatta üçüncü bir şans tanınmasına hakkı vardır. Onu önceden tanıdığımı söylememeye, mazimizi anlatmamaya ve ilk defa karşılaşıyormuş gibi, kuzenimin hatırı için, hayatıma tekrar girmesine müsaade etmiştim. Tabii ki hata etmişim.
   ...
   
    Hesapladığımız gibi on-on beş dakika sonra anayolu görmüştük. Arkamızdaki sesler son on dakikadır azalmış ve uzaklaşmıştı. Belki de bizi takip etmekten vazgeçtiler düşünmüş ve biraz da dinlenebilmek için hızımızı azaltmıştık. Fakat anayola çıkamadan sağ ve sol yanımızdan da benzer sesler duyarak, fena halde faka bastığımızı anladık. Son bir gayretle kendimizi anayola attığımızda ise tam da tahmin ettikleri ve istedikleri şekilde davrandığımızı anladık "ormanın içinden geç ve yola çık, ilk gördüğün arabayı durdur". İşte, devriye otosuyla burun buruna idik!
     ...
  
    Tahmin ettiğim ama ihtimal vermek istemediğim gibiymiş meğerse her şey. Gerçekten de kaçağımızın amacı kuzenim değil, benimle arasındaki hesapmış. Başta her şeyi iyi niyetli düşünmeye çalışarak, onlardan mümkün olduğu kadar uzak kalmaya çalıştım. Her şey göründüğü gibi olsaydı işler iyiye gidecekti ama kötüye gidiyordu. Kendiyle beraber beni de batırmak niyetindeydi, beni batırmak için de kuzenimi...
   ...
  
    Devriye otosuna bindiğimde zihnimin hiçbir şey düşünecek mecali kalmamıştı. Ellerim alnımda nezarethaneye gitmeyi kuruyordum. Artık her şeyi inceden inceye düşünmek istemiyordum. Yorulmuştum. Hayatım masum değildi elbette ama bulaştığım, daha gerçeği bulaştırıldığım son işte; tamamen koruma içgüdüsüyle hareket etmiştim. Kuzenim benim için değerliydi, o alçak bunu gayet iyi biliyordu ve bir insanın hayatında asla taviz veremeyeceği bir merciye saldırmıştı: ailesi ve sevdikleri...
    Önceleri her şey gayet iyi ve yolundaydı. Ben de hayatımın bazı kısımlarını yeniden inşa etmeye başlamıştım. İsteyerek ya da istemeyerek yaptıklarımdan dolayı vicdan azabı duyduğum işleri geçmişimde bırakıyordum artık. Akıllanmanın zamanı gelmeliydi. Ama olmadı, yapamadım.
   Araba hırsızlıkları, sokak kavgaları ve daha birçok normal görünen fakat birçok ince ayrıntıdan dolayı kanunsuz olan işler... Bir yıl öncesine kadar mesleğim sayılabilirlerdi. Bu tür işlerin mensupları ise geniş ailelerden oluşur. O ailelerden birisinin üyesiydim. Bahsi geçen kaçak ile beraber birçok iş yapmıştım; dövüş turnuvaları ayarlardık, planlar, düzenlemeler bizim üstümüzdeydi. Yaptığım işleri kendim bile tasvip etmesem de, serseri zihinli olduğum zamanlarda bu tür işler benim için bir tür eğlenceydi.
   Bir ara eğlencelerimiz arasına çeşitli ve son model otomobillerin fotoğraflarını çekme işi eklenmişti. Fotoğraftan anlardım. Kaçak ve birçok arkadaşım ise araba meraklılarındandı. Onların ilgi alanlarına hizmet amacıyla rica ettiklerinde istedikleri ve yerlerini söyledikleri arabaların çeşitli açılardan fotoğraflarını çekip getiriyordum. İşin bu kısmını, bahsi geçen arabaları çalmak için bu görevi bana verdiklerini, tam bir buçuk ay sonra teslimat gününün ardından beni tebrik ederlerken öğrendim. "bu işi yapamazdık" diyorlardı boynuma sarılırlarken, "Bundan öncekilerde olduğu gibi; sen olmasaydın, bu işi de yapamazdık!"
   Sonradan, bu teslimatın; başarısında benim de büyük payım bulunan sekizinci büyük iş olduğunu öğrendim!..
   ...
     
   Bir yarım saatin ardından şehre indik. Bizi emniyete götürdüler ve sorguya alınacağımız saati beklemek üzere geniş ve serin bir odaya aldılar. Aklımda, sorgu sırasında neler söylemem gerektiğini kuruyordum. Vereceğim ifadede öncelikle kuzenimin bu konuyla alakası olmadığını teyit ettirmek istiyordum. Ona kaçmaya başladığımız ilk dakikada, şayet yakalanacak olursak konuyu bilmediğini ve sadece beni yalnız bırakmamak için peşimden geldiğini söylemesini istemiştim. Her zaman inatçı olduğunu söyleyip hatta bu özelliğiyle övünen kuzenim tabii ki bu teklifimi reddetti. Halbuki ifade sırasında bir şey söyleyecek olursa benim ve sevgili kaçağının işini zorlaştırmaktan başka bir şey yapmamış olacaktı.
   Evet, kaçağı hâlâ seviyordu. İşler sarpa sarmaya başladığında bile eski defterleri açmamış, kaçağı, kuzenimin gözünde bitirmek istememiştim. Kaçak bunu hak etmiyordu ama kuzenim için yapmak zorundaydım. Zaten olaylar son raddesindeyken; kuzenim, bilmesi gereken her şeyi öğrenecekti.
   ...
  
   Kutlama gecesi, benim için; uzun uzun düşünme ve sancılı bir vicdan muhasebesi gecesiydi. Ertesi gün, büyük kararlar alma sorumluluğunun altında ezilerek, kaçağı görmeye gittim.Yollar ayrılmalıydı bir yerden sonra. Artık karşımda gençlik coşkusuyla deli dolu işler yapan arkadaşlar değil de, işledikleri suçlarıyla çığrığından çıkmış zihniyetler duruyordu. Farkındasızlığım, beni de onlardan biri yapmıştı. Zaten kaçakla konuşmamızın kırılma noktası da buydu: "sen de bizim gibi değil misin?" diyordu, her zamanki alaycı gülümsemesiyle...
   Evet, ben de onlar gibiydim ve daha fazla aynı şekilde devam etmemek için, kararımı verdim. Bir daha, ve asla, görüşmemek üzere hepsinden ayrıldım.
   Onlarla bağlarımı koparmamdan iki hafta sonra, kaçak tekrar gelerek benden son bir defa teslimat gününden önceki bir buçuk ay içinde çektiğim aynı arabaların fotoğrafları çekmemi istemişti. Onlardan ayrılmamın sebebi olan bu işi; bu sefer arabaları geri almaları için yapmamı istiyordu. Bu son olacaktı, artık suç işlemek yoktu, düzelme yoluna gidilecekti. Fakat otomobillerin gönderildikleri yerden geri alınmaları için yine farklı açılardan net fotoğraflara en kısa zamanda ihtiyaçları vardı. Bundan önceki fotoğrafları da ben çektiğim için bu işin düzelmesinde rolüm olmalıydı. Kabul ettim ve önümdeki bir ay içerisinde yemeden, uyumadan elimdeki adreslere giderek fotoğraflar çektim.
   Az kalsın hayatımın en büyük hatalarından birini daha yaparak dokuzuncu teslimatın gerçekleşmesine sebep oluyordum. On-on beş gün sonra fotoğrafları teslim etmeye gittiğimde Kaçak yoktu. Diğer arkadaşlardan üç kişi vardı. Gülümseyerek yanıma geldiler. Telaşlılardı ve fazla vakitlerinin olmadığı anlaşılıyordu. Fotoğrafları çıkarmak üzere çantamı sırtımdan indirirken de ekledim: "Emaneti getirdim". 'Kaptan' diye hitap ettiğimiz arkadaş sırtımı sıvazlayarak genel düşüncelerim ve kaçak hakkındaki iyi niyetime son noktayı koydu: "Seni temin ederim ki bu teslimat, bulaştığımız son iş olacak." 
   ...
  
   - Saat: 21:13-
  
   Görevliler içeri girdiklerinde düşüncelerimden sıyrıldım. Sorgu vakti gelmişti. Genç bir polis memuru sorguya alınacağım odaya kadar bana refakat etti. Kapıdan girerken, beni teselli etmek istedi: "Bildiğin her şeyi anlatırsan, sizi burada tutmayacağız."
   Bildiğim her şeyi mi anlatacaktım?.. Her şeyi...
   ...
  
   Bu işi yapılan yanlışların düzeltilmesi için kabul etmiştim. Karşı karşıya bırakıldığım durum ise koskoca bir yalanın altında yatan kanunsuzluklar zincirinin halkalarından biri dahaydı. Fotoğrafları vermemeye kesinlikle kararlıydım. Sessiz kalmam onları tedirginliğe itti: " Fotoğrafları çektin, değil mi?" Hayır, bu işe bir kez daha bulaşmayacaktım! "Bana kimse teslimattan bahsetmedi." Fakat boş bulunarak emanetleri getirdiğimden bahsetmiştim, bu yüzden onların aklına gelmesine fırsat vermeden ekledim: "Buraya da arkadaşınızın hırkasını geri vermek için geldim." diyerek çantamdaki hırkamı Onlara uzattım. "Bende kalmış da..." diyebildim.
   Esasında en yakın arkadaşım tarafından adi bir yalana alit edilmek, sinirlerimi fena halde yıpratmıştı, fakat karşımda dikilenlerin vaziyetinin daha ciddi olduğu fark ediliyordu. Çünkü suratlarında; eskiden başlarına bir 'belâ' sardırdıklarında olduğu gibi bir ifade vardı.
   Oradan çıktıktan sonra, hiç vakit kaybetmeden kaçağı her zaman aradığımda bulduğum köhne kafeteryaya gittim. Oradaydı. Beni gördüğünde gülümsedi, verdiği işi yaptığımı düşünerek rahatladığı belli oluyordu. Masasına oturduğumda ben de aynı gülümsemeyle cevap verdim: "Bana bir daha yalan söylediğini görmemek için, seni bir daha görmemeye karar verdim." Elini hafifçe sıvazladıktan sonra son temennimi de yaparak, bir daha görmemek ve görüşmemek üzere oradan ve herkesten ve sevgili kaçaktan ayrıldım: "Umarım böyle devam ettiğin sürece şansın yaver gitmez!"
   Kafeteryadan çıkmadan önce arkamı dönüp baktığımda yüzünde gördüğüm o donuklaşan ifade, vicdanının sızladığını belli etmeye yetiyordu.
   Bana yalan söylediği için...   
   ...
  
   İçeri alındığımda ve oturmam gereken koltuğa oturduğumda fikirlerim sanki helyum gazıyla dolu ve sadece birkaç iple beynime tutunmuş gibiydi. Uçup gitseler; kendi adımı bile hatırlayamayacak duruma düşecektim. Görevli memur karşıma oturdu. Elini çenesinin altına dayayarak beni dinlemeye hazır vaziyette olduğunu göstermeye çalışıyordu.
   Acaba ben, kendimi dinlemeye hazır mıydım?
   ...
  
   Kaçak ve diğerleriyle kesin olarak ayrıldığım günün gecesi; kuzenim kaçağı, ailesiyle tanıştırmış idi. Onu orada görünce gerçekten çok şaşırarak hala benimle işinin bitmediğini, ailemi bulaştırmak isteyerek, olanları çirkin boyutlara taşımak istediğini düşünmüştüm. O da şaşırmış görünüyordu. Fakat sonra kuzenimin Kaçağı belli bir zamandır tanıdığını öğrenerek hallerine ve her şeyin sakin gidişatına bakarak bunun bir tesadüf olduğuna hükmettim.
   Bu tabii ki bir tesadüf değildi.
   Kaçağın o akşam takındığı şaşkın ifadenin altında yatan kurguları anlayabilmiş olmam gerekirdi. Kuzenimle olan alakasının ucunda; ben ve o harika arabaların harika fotoğrafları duruyordu. Onlardan fırsat buldukça uzaklaşmaya çalıştım. Gitmemek, görmemek için çabalıyordum. Fakat bir yandan da kuzenim için endişelenmeden de edemiyordum. Eğer onun kuzenime olan bu yakınlığı fotoğraflar için değilse idi bile, yine de kaçağa güvenemezdim çünkü birisine yalan söyleyebilen, diğerlerine de yalan söyleyebilirdi.
   Zaten niyetini de kısa bir zaman sonra, yalnız kaldığımız bir ara, yüzüne her zamanki alaycı gülümsemesini takınarak ifade etti: "O fotoğraflara ihtiyacım var." 
   Kuzenimle beraber ve bir bakıma benim de içinde bulunduğum bu zoraki ilişki bir ay sürdü. Kuzenim iyi birini bulduğunu zannetmenin sevinci içindeyken kaçak, bir şekilde fotoğrafları almaya ben ise vermemeye çalışıyordum. Beni ikna edemeyince, kuzenimi, incitme amacını gütmeden, yem olarak kullanmak istemişti. Çünkü arada kuzenim olmasa onunla asla görüşmeyeceğimi biliyor, bu yüzden aşık genç adamı oynamayı yeğliyordu. En başta, içimde çok sert tepkiler doğmuştu. Benimle olan hesabı, kuzenime zarar vermemeliydi. Fakat kuzenime duygusal açıdan zarar verme eğilimleri yoktu. Ona iyi davranıyordu. Bu ilişkiyi sadece amacına hizmet için başlattığı belliydi: benimle irtibatta kalabilmek. Israrla gündüzler yetmedikçe geceler boyu benden fotoğrafları isteyip durdu. İçinde bulunduğu vahim durumundan söz ediyordu sürekli. Fakat karar karardı. Bir yandan kaçağın benim için delice olan isteklerini reddediyor, bir yandan da kuzenime başladığı bu arkadaşlığın olmazlığını anlatmaya çalışıyordum. Kuzenimin: "Peki, ama neden?" sorularına da cevap bulamadıkça işler benim için kör düğüme dönüşüyordu.
   ...

   Görevli memur, sorması gereken birkaç giriş sorusunu ardı ardına sormuştu. Bunları isteksiz yanıtlamamın ardından işin, kaçağın bizimle olan alakasını öğrenmek istedi. Eski bir arkadaşımdı fakat son zamanlarda, aramızda yaşanan bazı tatsızlıklardan dolayı artık görüşmemeye başladığımızı, söyledim. Kuzenimin kaçakla benim sayemde arkadaşlık amaçlı tanıştıklarını ifade ettim. Olan biteni anlatmak benim vicdanımı temizleyecekti fakat anlattıklarımın kuzenime bir zarar vermemesi için susabildiğim kadar susacaktım. Korktuğum soru da fazla gecikmedi: "Peki, kuzeniniz niçin sizinle birlikte kaçmaya çalıştı? Ya da daha önemlisi, siz neden kaçma girişiminde bulundunuz?"  
    ...
  
       Kaçağın tutuklandığını öğrendiğim gün, bir gün öncesinde bana anlattıkları ve benim onu kaale almaz tavrımla ona inanmayışım geldi gözlerimin önüne: "Sana söylemek zorunda olduğum için utanıyorum ama eğer bugün fotoğrafları vermezsen, yarın hapsi boylayabilirim." demişti, inanmamıştım: "Tabi, eminim öyledir." Bu; ardından ısrar duymadığım son isteği olmuştu. Ertesi gün Kaçağın tutuklandığını, bana Kaptan haber vermişti. Ses tonunda: " Arkadaşını kendi ellerinle hapse attırdın." demek istediğini sezdim. Zaten o da fazla bekletmeden: "Sonuçlarına katlanırız artık!" diyerek; hafife aldığım bu işin artık şakaya mahâl bırakmayacağını vurgulamıştı. Birkaç güne kalmadan Kaptan ile yüz yüze görüştük. Kaçağın, son teslimatı mahvetmesi dolayısıyla onu cezalandırmak için, ihbar edip, tutuklanmasına sebep olduklarını itiraf etmişti. Kulaklarıma inanamamakla birlikte, kendi arkadaşlarını ele verdikten sonra karşımda bu kadar rahat oturabilen insanlarla bir zamanlar çok yakın olduğumu düşündükçe, midem bulanıyordu. "Ve şu fotoğraflara gelelim; onları bize vermezsen çok sevdiğin arkadaşının yanına seni de yolarız. Ama anlaşmaya yanaşır da fotoğrafları bize verirsen, arkadaşını tekrar yanında görebilirsin." dediğinde ise kendimi de bu çöplüğün ortasında görür gibi oluyordum. Beni neyle suçlayacaklardı. "Nakliyatta kullandığımız araba fotoğraflarının hepsi, senin o narin ellerin vasıtasıyla çekilmedi mi?". Çıkış yok gibi görünüyordu… Fotoğrafları vermiştim. Anlaşmamız iki taraf için de makuldü. Söz verdikleri gibi; fotoğraflar karşılığında, kaçağı cezaevinden çıkaracaklardı.
   ...
  
   "Bu tip bir itham size yöneltilse siz nasıl davranırdınız?" şeklinde, yöneltilen soruları cevapsız bırakıyor, kuzenimle ilgili soruları geçiştirmek istiyordum: "Söylediğim gibi, yaz kampına yıllardır beraber geliriz, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez, herhalde beni yalnız bırakmak istemedi. "Fakat memur, cevabımın yeterliliğinden şüphe ediyordu: "Ne için kaçtığınızı size hiç sordu mu?" Sormuştu. Kaçağın cezaevine girdiğini öğrendiği gün, öğrenmek istediği her şeyi sormuştu.
   ...
  
   Kuzenime olanları açıklamak beni ve onu hayli yıpratmıştı. Mazimi biliyordu, fakat bu kadar ileri gidebileceğimi aklından geçirmediğini söylüyordu. İleri gitmemiş, götürülmüştüm. Ona; kaçağı, yaptıklarımı, pişmanlıklarımı, kurtulmaya çalışırken battığımı ve vazgeçtikten sonra tekrar dönüşümün ise kendisine zarar verilmemesi için olduğunu anlattım.
   Hayal kırıklıkları yaşadı, bocaladı, öfkelendi çünkü: Kaçağı seviyordu.
   Fedakarlıklar sevgi için değil midir? İkisini de seviyordum.
   ...
  
   Sorguda; karşımda duran saatin yelkovanı dakikaları kovalayıp duruyordu. Tam kırk beş dakika olmuştu ki memur bey ikaz etti: "Lütfen, sorularıma cevap verirseniz daha erken serbest kalırsınız." O ara: "Memur bey, beni; hücrelerin en karanlık olanına atın, günlerce uyutun. Her şey düzelince uyanmak istiyorum, yoruldum." demek istedim, ama diyemedim. Memurun aklından geçenler de benimkiler gibi olmalıydı çünkü o da yorulmuştu.
   ...
  
   Kaçak serbestti. Düşündüğüm gibi kefaret karşılığında çıkarılmamış, alışılagelen kanunsuzluk zihniyeti içerisinde; tutuklu yargılanmayı beklemek üzere kapatıldığı hücreden kaçmasına yardım edilmişti, o kadar! Herkes suçluydu. Yalnızca benimki örtüler altındaydı. Vicdanım dışımda olsa: "Asıl suçlu benim!" diye bağıracak gibi geliyordu. Arkadaşlarım(!) boynuma sarılırlarken söylememişler miydi; ben olmasam bu işi yapamayacaklarını.
   Kaçak serbestti ama artık yalnızdı. Kuzenimi; olanları öğrenmemiş ve kendisini hala kendi halinde genç aşık sandığını düşünüyordu. Umut demetlerini kollarına alarak çıktığı gün bana geldi. Üçümüzün tekrar bir araya gelişi eskisi kadar keyifli olmamıştı. Ortada bir suçlu bir yalancı ve bir de mağdur vardı. Bozulan herhangi bir şeyin eskisi gibi olduğu görülmüş şey midir? Bizimkisi de eskisi gibi oymayacaktı.
   ...
  
   - Saat: 21:58-
  
     "Kuzeninizi de aynı gün sorguya alabilmemiz için bize yardımcı olup; biraz konuşmanız gerekiyor, lütfen. Size nazik davranmaya çalışıyoruz." Bize gerçekten de sabırlı davranıyorlardı. Bölgedeki görevliler yaz aylarında kamp süresi zarfında; güvenlik amacıyla kamp yöneticileriyle temasta olurdu. Karşılıklı saygıdan ötürü bize de olabildiğince yumuşak davranmaya çalışıyorlardı. Nitekim ne kuzenimin ne de benim, bu kadar yıl boyunca en ufak bir saygısızlığımız veya taşkınlığımız görülmüş değildi.
   ...
  
   Kaçak da, kendisinin kefaret karşılığında serbest bırakıldığını zannediyordu. Oysa ki o, hepimiz gibi suçlu olmakla beraber, aynı zamanda bir "Kaçak" idi. Aslında aranan; benim de içinde olduğum bir "ekip" vardı her şeyden önce. Kaçak ise benim suça daha fazla bulaşmak istememem neticesinde ortaya atılmış bir yem idi.
Kaçak, sevdiği kadının; kendisinin kim olduğunu artık bildiğini öğrenmişti. Fakat aramızda kimse kimseye ne hesap sormuş, ne de ver yansında bulunmuştu. Sessizlik ve zamanın; bazı şeyleri değiştirebileceğini umuyorduk. Beklediğimizden de kısa sürede olması bizi yalnızca şaşırtmıştı o kadar.
   Bize geri dönmesinin ertesi günü; kuzenim ve kaçak biraz baş başa konuşabilmek amacıyla dolaşmak için çıktıklarında, elinde arama izni bulunan birkaç polis memuru evime çıkageldi. Soğukkanlı davranarak ne için olduğunu tahmin edebildiğim bu aramayı yapmak istemelerinin nedenini sordum. Memurlar, kaçağın ceza amacıyla içinde bulunduğu hapishaneden dün sabah saatlerinde kaçtığını söylediler. İrtibat kurabildikleri birkaç kişinin ise kaçak ile uzun zamandır görüşmediklerini ve onu bulabilecekleri en muhtemel yerin benim evim olabileceği yönünde cevap verdiklerini söylediler. Kaptan ve ekibi, kaçağı bataklığın ortasında bırakmışlardı. Belli ki giderken beni de götürmesini istiyorlardı.Polisler, evin her tarafına baktıktan sonra ilgili bir şey bulmuşlardı; son teslimat günü fotoğraflar yerine Kaptan'a verdiğim ve kaçağa,ona ait olduğunu ileri sürüp, teslim etmesini istediğim; hırkam.
      ...
  
   -Saat: 22: 24-
      
   "Size yardımcı olmaya çalışacağım, fakat bu geceyi geçirmeme müsaade edin. Nezarethanede bile olsa bu gece uyumama izin verirseniz, yarın sabah ne isterseniz sorun yanıtlayacağım. Söz veriyorum." Beynimdeki düşüncelerin gürültüsünden artık sağlıklı düşünemediğimin, karşımdaki de farkında. Bir an konuşmadan birbirimize bakıyoruz. Dışarı çıkıyor, konuşmalar duyuyorum. Birkaç dakika sonra yanıma geri dönüyor: "Sizi kalacağınız yere götüreyim." Bu günkü zaferi ben kazanıyorum. Fakat yarın söz verdiğim gibi konuşacağım.
   ...
  
   "Tutuklandığı ve hücrede bulunduğu sırada mahkumun sırtında şu an elimizde tuttuğumuz hırkanın olduğu rapor edilmiş." diyerek hırkamı bana uzattılar. Yalan söyleyemezdim fakat laf oyunları yaparak soruları geçiştirme kabiliyetimin de elbette bir sınırı vardı. Herkeste benzer kıyafetler olabilirdi, benim hırkam gibi birçok hırka olabilirdi piyasada. Savunmamı bu şekilde yapmıştım. Memurlar verdiğim cevabın tatmin ediciliğini tartışmak ister gibi birbirlerine baktılar. "Peki, konuyla alakalı herhangi bir bilginiz olursa, bizi haberdar edeceğinizden eminiz." Haber vermeye istekli olduğumdan emin değildim. Annesinin güvenini sarsan küçük bir çocuğun hüznünü hissediyordum içimde.
    Polis memurlarının ardından, kaçak ve kuzenim eve döndüler. Suratlarının ifadesinden, polis otosuyla karşılaştıkları belli oluyordu. Apartmanın köşesinden dönerlerken polislerin binaya girdiğini gördüklerini ve onlar çıkana kadar beklediklerini söylediler. " Bunun, kaptanın işi olduğundan şüphem yok!" dediğinde, kaçağın; düşünceli zamanlarda olduğu gibi alnının kırıştığını gördüm. Gerçekten çaresiz görünüyordu. Bu kadarı ona yetmiş gibi bir bıkkınlıkla: "Şüpheyi üzerimize çeken bir şey olmadı değil mi? diye sorarken, bir an göz göze geldik. Suskunluğum onu tedirgin ederken dikkati elimdeki hırkaya kaydı.
   Cevap yeterince açıktı...
   Göz önünde bulunmak hepimiz için tehdit oluşturmaya başladığında, zihinler çözüm önerilerine açıktı.     
    ...
  
   Bana kalsa kaçağı da alıp teslim olabilirdim. Vicdan muhasebesi böyle zamanlarda şaşmazdı. Beyinler, kendilerini aksine inandırmaya çalışsalar da, hepimizin kalbi birer suçlu olarak atıyordu.
   ...
  
   Sekiz yıl boyunca her yaz, ağustos ayının ortalarında kuzenimle beraber, sıcak günlerde şehrin yakıcılığından kurtulmak için yaklaşık bir saat uzaklıkta bulunan, serin bir vadinin ormanlarla kaplı alanında bulunan bir yaz kampına katılırdık. Kampın yola çıkışına üç gün vardı. Aklıma gelen fikirlerin arasında en mantıklısı; kamp bahanesiyle dikkatleri dağıtmaktı. Bizim kampta konaklamamız süresince ortalık biraz daha sakinleşebilirdi. Kaçak artık bir müddet yanımızda bulunmamalıydı.
Karar verilmişti. Kamp için yol hazırlıklarına başladık ve eve on beş gün yeterli olacak miktarda öteberi aldık. Biz gidiyorduk. Kaçak, biz dönene kadar evimde saklanacaktı. Kuzenim de kaçakla kalmak istedi önce. Fakat sonra her yıl düzenli olarak gittiğimiz yerleri ve yaptığımız şeyleri aksatmamaya karar vermiştik. Böylece herhangi bir şüpheye mahâl vermemiş olacaktık.
   ...
  
   Güneşin doğuşuna uyanamamışım. Halbuki gecelediğim mekan, sabahın ilk ışıklarını rahatlıkla alabilecek şekilde, penceresi doğuya bakıyor. Saatin on bir on dört olduğunu fark ediyorum, şaşırıyorum! Sabahın erken saatlerinde uyanıp, ifade vermeye hazır olamadığım için içimden utanıyorum. On beş dakika kadar sonra, komiser yardımcısı geliyor. Uyanmış olduğumu fark edince içeri giriyor; elinde çay ve birkaç kahvaltılık ile... İştahsızım. Halsiz ve yorgunum. Tam on iki saatlik uykunun ardından bile hala uykusuzum. Memurun suratında rahat bir ifade, kahvaltı edebilmem için elindekileri bana gülümseyerek uzatıyor; sanki ifade vermek için karakolda geceleyen değil, evlerinde misafir ettikleri biriymişim gibi...
   Tekrar şaşırıyorum.
    ...
  
   Kampa yerleştiğimiz gün, kaçağı düşünmeyi biraz olsun bırakıp, kuzenimle ilgilenmemin lüzumunu düşündüm. Başına ne işler açmıştım kısa zamanda... Bir insanın hayatını zora sokmanın ızdırabı, vicdan azabı kemiriyordu beni. Başka ihtimalleri düşünmek bile istemiyordum... Ya kaçak bir şekilde yakalanır ve kuzenimle olan alâkasından bahsederse! O zaman bir kaçkını saklamaktan dolayı belli bir cezaya çarptırılabilirdik. Onun cezasını kendiminkiyle beraber çekmeye razıydım.
   ...
  
   Dün geceden beri kuzenimi aklıma getirememiş olmama hayret ediyorum. Beni konaklamam için götürdüklerinde o, zerre kadar aklıma gelmemiş! Birden silkiniyorum, üzerime hafif bir titreme nöbeti geliyor. Kuzenim nerede geceledi? Bu düşünceler, dudaklarımdan soru halinde dökülmüş olacak ki memur cevap veriyor: "Kuzeninizi merak etmeyin, onu siz uyuduktan yarım saat sonra kampa geri gönderdik." Memurun suratına bakıyorum. Düşüncelerimden artık boğulduğumu hissediyorum. Duyduklarım ile olması gerekenler örtüşmüyor. Bütün yaşadıklarımdan sonra artık olanları idrak edemediğime kanaat getirip çocuksu bir heyecanla birden gözlerimden yaşlar boşanmaya başlıyor. Memur şaşırıyor ve ne söyleyeceğini bilemiyor; aynen benim gibi...
   ...
  
   Kampta kaldığımız üç beş gün süre zarfında, yemekler boğazımdan geçmiyordu sanki. İçim kilitlenmiş, kaskatı olmuştum. Bu duruma son vermeyi öyle çok istedim ki... Önce çok uzak bir yerlere gidip, hayatımın geri kalanını düşünerek geçirmeyi kurdum. Ama arkamda çözümlenmemiş bir yığın problemi, kuzenim ve kaçağı içinde bırakarak terk etmiş olacaktım; vicdanım buna da elvermezdi. Beklemeye karar verdim. Bekledim… Bekledik… Ta ki bir gün Kuzenimle beraber meçhule doğru koşmaya başlayıncaya kadar bekledik.
   ...
  
   Memur, çekingen bir tavırla sırtımı sıvazlayıp, beni teskin etmeye çalışıyor. Anlam veremediği birçok şey var belli ki. Sakinleşince, komiserin odasına kadar bana eşlik ediyor. Komiser masasındaki yığınla kağıtla uğraşırken odasına giriyoruz. Bizi fark edince, kağıtlarla uğraşmayı bırakıyor ve yanımdaki memura dönerek: "Hanımefendiye kampa kadar eşlik edin. Burada daha fazla kalmasına lüzum kalmadı. Bir gecelik burada bulunması, zaten istediğimizi almamızda yeterli oldu."
   Kampa döndüğümde, insanlar bana geçmiş olsun dileklerini iletiyorlar; belli ki onların gözünde oldukça masumum. Kuzenimle göz göze geliyoruz sonra; gözleri dolu. Ve ardından benim de gözümden bir damla süzülüyor; kalbime doğru: geçmişimi temizlemek ister gibi..
   ...
  
   Karakola götürülmemizin sebebi vardı. Kaçak, bizim karakolda sabahladığımız gece şehrin merkezindeki karakola giderek teslim olmuştu. Serbest kalmama bakılırsa, benimle ilgili herhangi bir şey anlatmamıştı… Ertesi gün kamptan ayrılıyor ve şehre gidiyoruz. Bu; benim kampta son günüm. Bir daha dönmeyi düşünmemek üzere vedalaşıyorum. Eve döndüğümüzde, gazetelerden; Kaptan ve onun birkaç kemik adamının da tutuklandığını öğreniyoruz. Kaçak, Kaptanı ele vermiş olacak diye düşünüyorum…
   ...
  
   Kuzenimin hali perişandı. Kaçağın yerinde biz olsak daha fazla üzülmeyecekti. En başında birbirlerine bağlanabilme ihtimali beni ürkütmüştü. Olaylar, ihtimallerin en uç noktalarında vukua gelmeye başlayınca işi oluruna bırakmaktan başka çarem olmadığını anlamıştım. Çünkü artık bazı şeyleri kontrol edemiyordum. Hasılı, artık Kaçağı kuzenimle beraber düşünmek zorundaydım.
   Mahkeme günü biz de oradaydık. Tanık olarak söylemem gereken ne varsa söylemeliydim. Söyledim de… Anlattıklarım, yargı üyelerini biraz daha meşgul ettikten sonra kaçak, Kaptan ve diğer birkaç kişi hapis cezasına çarptırıldılar.
   Vicdanlar rahattı.
   Daha sonra gıyabımda kurulan mahkemede ise hakkımda istenen hapis cezası, para cezası olarak kabul gördü.
   ...
  
   Bir hafta gözümüzü açıp kapayıncaya kadar geçti. Kaçak ve Kaptan cezaevindeler, bense kendi rahat evimde… Mutlaka kaçağı gidip görmem gerek diye düşünerek, daha fazla beklemeden evden çıkıyorum. Onunla birçok şey hakkında konuşmalıyım. Görüşme iznini alabiliyor ve tavana yakın pencerelerden ışık alan, birçok masa ve sandalyenin de bulunduğu geniş salona alınıyorum. Biraz sonra kaçak kapıda görünüyor, göz göze geliyoruz; teslim olmadan bir hafta öncesindeki gibi... Gelip karşıma oturuyor; suratında mütevazı ve buruk bir tebessümle. Sanki elinden şekeri alınmış uysal bir çocuk. "Uysallık" ve Kaçak! Sanki farklı tellerden iki kelime gibi…
   Düşüncelerimden sıyrılmam için "Hoşgeldin" demesi yetiyor. Masaya oturuyoruz. Birbirimizi yıllardır görmemiş gibi bakıyoruz. Yanlış bir şey yaptığını düşündürtecek şekilde ona soruyorum: "Niçin böyle yaptın?" Derin bir nefes alıyor yüzündeki tebessüm yavaş yavaş siliniyor: " Doğru olduğunu düşündüğüm için. Belki de benim yüzümden artık daha fazla bıçak sırtında yaşamamanız için." O an, konuşulmayan ama hissedilen birçok şey oluyor. Buralara kadar gelmemeliydi, diyerek devam ediyorum, fakat artık öncesini konuşmak anlamsız geliyor. Biraz şu anki halimizden bahsettikten sonra aklımdaki soruları sıralamanın vakti geliyor: "Kuzenim seni gerçekten seviyor. Bilmiyorum, belki sadece amacına ulaşmak için bu arkadaşlığı başlattın ama şunu bil ki bu ilişki artık başladığı yerde değil. Söyle bana onu sen de seviyor musun?
   Sorduğum soruyla bakışlarını önüne indirdi, biraz düşündükten sonra cevabı huzur vermişti: "Başından beri niyetim asla kötü olmadı. Sevmek için yaklaşmadımsa da, incitmek için hiç yaklaşmadım. Ona beslediğim duygu: derin bir şefkat ve eğer bana olan hisleri bu kadar derinse onu asla yalnız bırakmayacağımı bilmeni isterim."
   Rahatlıyorum. Kaçağı bekleyen kuzenimi artık kaçak da bekliyor.
   Görüşme süremizin bitmesine aşağı yukarı beş altı dakika kalıyor. "Kaptanı ve ekibini ihbar ettiğin halde, nasıl oldu da ben itiraf edene kadar hakkımda bildiklerini anlatmadılar? Kaçak bir müddet düşündükten sonra mırıldanıyor: "Aramızda bir yemin vardı. "Sabitlenmiş bakışlarım, öğrenmek istediklerimi söyletmeye yetiyor: "Herhangi bir şey olur da başımız belaya girerse, senden bahsetmemelerini istemiştim." diye mırıldandı ve başını önüne eğdi. "Harbi çocuklarmış, aramızda anlaşmazlık çıksa da sözlerini tuttular."
   Birbirimize bakıyoruz. Gözler, daha önce konuşamadıklarımızı anlatıyor birbirine. Kapanış; her iki dudakta da ılık bir gülümseme...
   Görevli sesleniyor; sürenin sonuna gelmişiz.
   ...
  
   Kuzenim ve Kaçak, bıraktıkları yerden başlamak için gün sayacaklardı artık. Onların bekledikleri ve elbette onları bekleyen bir sürü şey vardı.
   Bana gelince; yeniden başlamak için bıraktığım yeri acaba bulabilecek miydim?  
   Kısa zamana bir hayat sığdırmışız gibi geliyordu. Belki de insan istese başına bu kadar şey gelmez, bu kadar hayat tecrübesi edinemezdi. Herkes birbirini dana da yakından tanımıştı sanki bu bilmecenin içinde ve bana öyle geliyordu ki: hayatımızın geri kalanında bize eşlik edecek kadar geniş olan hikayemizin sonuna gelmiştik…
  
   Ama kim bilir... Bir hikayenin bittiği yerde başka hikayenin başladığı da görülmemiş şey değildir…

...

Deniz Andaç

Cuma, Mayıs 13, 2011

Kurtadam


Hani böyle fantastik filmler olur. Spiderman, süpermen, böcekadam, sinekadam vesaire... Bu filmlerin ortak özelliği, hikâyedeki kahramanlar ister iyi olsun ister kötü olsun, herkes bi yana, sevdicek bi yanadır.

Kurtadam filminde bu hassasiyete pek rastlayamadık. Olayın kahramanı bir kurt tarafından ısırılıp, 'kurt mikrobu(!)' damarlarına yayılınca, her dolunayda kıllanıp tüylenmeye başlıyor. Ve her filmde olduğu gibi, bu filmde de esas oğlanın sevdiği bir kadın var. Bu kadın hâliyle, sevdiği adamın normale dönmesi için yardım etmeye çalışıyor fakat nafile. Falan filan derken, asıl takıldığım noktaya gelelim; Kurda dönüş, adamları öldür, ye, ona bi lafımız yok. Ama kardeşim kurtluğu kasaba halkına yapacaksın! Sevdiceğe sert bakmak olmaz, kaldı ki onu yiyesin! Olmaz, ters!

Kız oracıkta can havliyle bağırıyor: 'Lawrence! Lawrence! (Kurtadamın insan adı bu) Benim ben! Gözlerimin içine bak! Beni tanıyorsun! Bana zarar verme Lawrence!' Lawrence bi bakıyor iki bakıyor, şöyle bi durulur gibi oluyor, ama sonra kızın simayı çıkartamıyor ki, saldırıya geçiyor. Oldu mu şimdi kurtadam! Böyle yapılır mı!

Kurtadamı kınadık vesselam. Sonunda kız onu öldürmek zorunda kaldı, çaresiz. Yoksa sevgilisinin akşam yemeği olacaktı. Kısmetten öte köy yok, napalım...

Celal Temür

Perşembe, Mayıs 12, 2011

Gören gözle...

Şimdiki Türkiye'de yaşayan insanların hiçbirisine artık geri dönüş yaşatmaya cesaret edemez kimse...

Eskiden, sadece 'milletvekilleri'nin girebildiği kasırlarda, saraylarda akşam çaylarını yudumlarken, rengârenk ışıklarla bezenmiş boğaz köprüsünü seyreden, refah seviyesi 10 yıl içinde hızla yükselen ve yükselmeye devam eden bir milletten bahsediyorum... Devlet hastanelerinde, doktora muayene olmak için, hastası-sağlıklısı, üst üste beklerken; şimdi alınan muayene numarasıyla, sıra kendisine geldiğinde doktorun odasına rahatça girebilmekten bahsediyorum... Devlet dairelerinde insanca muamele görebilmekten bahsediyorum, kılık kıyafet sesebiyle dışlanmaksızın üniversitelere girebilmekten bahsediyorum... 'Konuşabilmekten' bahsediyorum...

Biraz daha geri gidecek olursak; Tüp kuyruklarında saatlerce ve hatta belki günlerce beklendiğini... İnsanların artık kafayı yiyip, kafasına tüpü vurarak birbirlerini öldürdüklerini... Kimliğini evde unuttuğun için nezarete atıldığını, en iyi ihtimalle dayak yiyip serbest kaldığını... Fikrinden dolayı hesabının kesilip, bir gece vakti yaşıtının elindeki silahla canının alındığını... Bunların hepsini gördü, yaşadı, başından geçirdi birileri... Ve daha neler neler neler...

Şimdi gelip de 'Daha güzel bir Türkiye için!' diye bağırırken birileri ortalıklarda; İnsanan aklına şu cümleler geliyor: 'Sizin iktidarınızda, güzel Türkiye'yi tüp kuyruklarından, ekmek kuyruklarından, yağ kuyruklarından seyretti bu millet!' Şimdi, Emirgân korusundan, Beylerbeyi sarayından, Çamlıca tepesinden seyredebilirken memleketini bu insan, senin kendisini tekrar çekmek istediğin çukura niye girmek istesin ki?

Hasılı vesselam, herkes artık neyin ne olduğunu, kimin kim olduğunu gayet iyi biliyor; İçindeki itiraz güdüsüne engel olamasa bile... Ama insaf! Gören gözle bakın derler ya, hah işte, insafla bakmak lazım... Sürekli şikayet yerine, belki biraz teşekkür etmek lazım...

Oğuz Emre

Çarşamba, Mayıs 11, 2011

alaturka tuvaleti sevmiyorum. hem de hiç.

1992-1993 yaz sezonuna tekabül ediyordu nefretin başlangıcı... Yaş sırasına göre oturduğumuz için, apartmanın en alt katında babaanemler vardı. Dışarda oyun oynarken karnımız acıktığında, ya da tuvaletimiz geldiğinde hemen babaanneme koşuyorduk. Yemek falan iyiydi de, tuvalet zulümdü. Evet tahmin ettiğiniz üzere, babaannemlerde alaturka tuvalet vardı. Henüz 5 yaşında oldugum için de, kendi kendime yapmam mümkün değildi... 'Babanneeee' diye koşup tuvaletin kapısının önünde zıpladığım zaman ne istediğimi anlıyordu. Yine tuvaletim geldi, ve ben yine babaannemlere koşup kapının önünde zıplamaya başladım. Geldi;
"Çıkar pantolonunu" dedi hemen yerine getirdim. Sonra önce o girdi içeri. Ben terlikleri giyinicem sen de onların üstüne bas yere basmış olma dedi, tamam dedim. Ne derse yapıyordum. Terlikler siyah lastik terlikti ve bana çok korkutucu geliyorlardı. Kocaman, simsiyahlardı ve babanemin her adımında nefes alıyorlardı. Evet 'fıss fıss' nefes alıyorlardı. Artık nasıl bir üretim mahsülüyse, içinde hava birikiyor ve basınca çok ufacık bir delikten fazlaca hava çıkıyordu. Gözümde nefes alan koca böceklerden başka bişey değillerdi. Babaannem giyindi, ben de topuklarımla babanemin ayaklarına bastım. Transformers olmuştuk resmen ve bu şekilde 3 adım attıktan sonra tuvalete kavuşmuştuk. Babaannemin ince bir bilek hareketiyle kendimi havada ellerinin arasında buldum. Öyle bi durumdaydım ki kafam dizlerimin arasındaydı ve babanemin esprilerine maruz kalıyordum.(bu pozisyonu anlatamayacagım için çizmeyi tercih ettim.) Diger tüm torunlarına söylediği gibi bana da 'topuz götlü' diyordu ve o sırada ben nefes almakta gerçekten çok zorlanıyordum. Bu neredeyse hergün böyle devam etti. Eve çıkmak bana zor geldi babaanneme bana tuvaletimi yaptırmak hiç zor gelmedi... Hergün hergün olunca bi yerden sonra tiksinmeye başladım bu tip tuvaletten...

Hem ben hayatımda hiç alaturka tuvaletli bi hanede oturmadım. Yani Yalova, Fındıkzade Beşiktaş... Oturdugum tüm evlerin tuvaletlerinin hepsi oturaklıydı . Geçen dayımlara gittim. Tuvalete bi baktım oturacak yeri yok. Sonra beynim sinir uçlarıma sanki okuldaymışım ya da bi cami tuvaletindeymişim gibi mesaj gönderip, o rahatlıkla çalışmaya başladı. Napıyorum lan ben dedim burası sonuçta bi ev ve evin kadını (yengem) buradan sorumlu. Öyle hortumu musluğa bağlayıp tazyikli su tutmakla temizlemiyo ki burayı... O yüzden efendi efendi çıktım kendimi oturaklı tuvaletçiğime sakladım. Eve geldiğim gibi soluğu yanında aldım. Böyle bir baktı önce,boynunu büktü sonra.

"Yine onunlaydın di mi?" dedi.

 "O kim?" diye sorunda "O işte ben anlarım." dedi. Vallahi gitmedim, dedim. İstiyosan dizlerime bak; ne arkası buruşuk ne ön tarafı cok gergin... Baktı şöyle, evet haklısın sanırım gel dedi, kıyamadı bana, açtı kapağını. Ben de hemen bel kıvrımına sarıldım. Ayrıca bir şey itiraf edeyim, bizim evin tuvaleti hiç değişmedi. Çok bağlandık o yüzden birbirimize... Hatta bir gün ufaktım, kapağı kalıkken içine oturmuş sıkışıp kalmıştım da, annem çekip çıkarmıştı içinden... (ağlamıyorum) Kapaklar geldi kapaklar gitti ama o hep aynı kaldı... Puf kapak bile geldi . Şimdiki evde de puf kapağımız var, ama ben almadım ev arkadaşım almış. Kilo ortalaması 95 kg olan bi eve dayanamadı ve vidaları koptu haliyle. Herkes oturmadan önce sabitliyor. Yani ben diğerleri yaparken görmedim tabii ama, bence yapıyolardır yani. ben de yapıyorum cünkü. Sevmiyorum falan ama aslında iyi o da ha, en azından iyi niyetli. Biraz oturuyorsun sonra hemen yapışıyor bacaklarına 'gitme' der gibi. Kalkıyorsun senle birlikte geliyor. Ama o ayrılık sesi var ya, beni benden alıyor işte. Terin naylona yapışması... Ama yine de seviyorum ben oturaklı tuvaleti. En azından dirseklerin dizde oluşturduğu kırmızı yuvarlaklar var ya, onlar yeter...

(Resmi iki dkda çizdim güzel olmadı ama siz yine de içinde bulunduğum durumu anlayın diye.)


Fatih Yılmaz

Salı, Mayıs 10, 2011

tae kwon do

Küçüktüm... Sanıyorum 9 ya da 10 yaşındaydım o zamanlar. Babam bizi taekwondoya gönderiyordu çocuklarının kendine güvenleri gelsin, herhangi bir ters durumda kendilerini savunabilsinler diye. Neyse, öyle böyle ilerledik falan, mavi-kırmızı kuşağa kadar gelmişim. Yani siyaha 1 buçuk kala. Sonra bir gün dediler ki turnuva olacakmış Yalova genelinde, katılmak da mecburi. Allah'ım ben bir heyecanlıyım bir heyecanlıyım ki yerimde duramıyorum. Neyse gün geldi çattı .

Apartmanda babaanneme denk geldik. Öptü, al bunları deyip bir peçete uzattı. Arabaya oturduğumuzda merakla için açtım; 'okunmuş çörek otları ve kesme şekerler'le karşılaştım. O zaman anladım ki tüm aile bana güveniyordu ve bu güveni boşa çıkarmamalıydım. Kendi kendime düşünüp, Rocky'nin koçu gibi öğüt verdim vücuduma. En son bir tokat attım, çık oraya ve ez onu şampiyon diyecekken babamla göz göze geldim. 

"Oğlum iyi misin?"

İyi değildim. Aşırı heyecanlı bir o kadar da ümitliydim. Yalova taekwondo şampiyonu 97 model bir Broadway'in içinde şehir turu atıyor olabilirdi. Spor salonuna vardığımızda hiç beklemediğim bir ortamla karşılaştım, neredeyse kimse yoktu. Tribünde 30-40 kişi vardı, onlar da sırası gelince dövüşmeye iniyor, yenen kalıyor dayak yiyense geri geliyordu. Tanıyanların bildiği, tanımayanlarınsa okuduğu üzere, 9-10 yaşlarında şişman bir çocuktum. Yani hala öyle de olabilirim.

 Hoca geldi, hadi sıra sende dedi. "Allah'ım kalbim duracak! Hadi bismillahirrahmanirrahim". Çıktım sahaya.

Çıkmadan önce kafaya süngerden bir şapka bağlıyorlar. İpleri tam olarak çenenin altına denk geliyor falan, bir de yelek giydiriyorlar korumalık mahiyetinde. Yani tam teşekküllü geçtim yerime, rakibimi bekliyordum.Ama turnuvada rakipler kiloya göre belirleniyormuş, ben bunu bilmiyordum. Beklerken karşıma bi adam geldi. Evet 'adam'. Yani ben öyle hatırlıyorum. Bence o kocaman bir adamdı. Kilolarımızın eşit olduğu, ama boylarımız arasında 30 cm olan bir adam..Ablamın sınıf arkadaşıymış, Cüneyt. İsmini bile unutmadım.Ya Cüneyt diye çocuk olur mu ya. Hangi mantıkla koydunuz onu bunca yıl geçti hala o adam Cüneytin hakkını veremiyordur eminim. 

Düdük geldi. Önce hakeme sonra birbirimize selam verip gard aldık. Bu sırada babam tribünden benim için tezahürat yaptırıyordu. "Faaatiiih... Faaatiiiihh..." Canım babam, en çok senin sesini duyuyordum..

 Hakemin ikinci düdüğünü duydum, işte o anda dünya yavaş dönmeye başladı. Tam gardımı sağlamlaştırmak üzereyken kafama bir tekme aldım. Tekme dediğim, çocuk kafama eriştirmekte aslında hiç zorlanmadı bile. Ayağını kaldırdı, ve kafama geldi hepsi o. Vurduğu gibi o şapkanın çene bağı kulağıma çıktı, 90 derece dönmüştü kafamın üstünde... Sonra bir çınlama hissettim kulağımda. Tüm salon susmuştu ya da ben duymuyordum. Ama düşmemiştim, düşsem sevdiğim kadını görecek, ondan aldığım ilhamla dudağımdaki kanı kolumla silip dövüşe devam edecektim. Sevdiğim kadını görme ümidiyle kafamı kaldırdım, bana sevgiyle bakan tek insan olan babama bir bakış attım. Bana hâlâ güveniyordu.. Gardımı tekrar kaldırmak üzereydim ki, bir düdük daha geldi. Bu maçın bittiğine işaretti. Sanıyorum çok sinirlendiğimi hakem farketmiş ve beni hükmen galip sayacaktı. Hakemin iki yanına geçtik,galibi belirleyecekti. Elimi iyice serbest bırakmıştım ki kaldırırken hakem zorlanmasın. Ama olmadı. O adamın elini kaldırdı, kulağım hâlâ yanıyordu. Babamın yanına koştum, sarıldı öptü. 

"Uzundu ya boyu ondan, yoksa sen çok güçlüsün ben biliyorum" dedi.

 Gözümden iki damla yaş süzüldü, sonra iki damla daha... Sonra da höyküre höyküre. 97 model Broadway'in içindeki Yalova şampiyonu olarak değil dayak yemiş olarak döndüm geriye. Şimdi görsem seni Cüneyt, bence teke tekte alırım. Yani alamasam da, en azından kafama tekme atamazsın söyleyeyim. Ha bir de, ben o günden sonra çörek otunun okunmuşluğuna olan inancımı yitirdim. 


*dipnot: Ebu Hüreyre(Allah ondan razı olsun) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Ölüm dışında hiçbir hastalık yoktur ki çörek otunda onun için bir deva bulunmasın." [Buhari,Tıbb 7; Müslim, Selam 89 (2215); Tirmizî, Tıbb 5, (2042),22,(2071) ]


Fatih Yılmaz.

Cumartesi, Mayıs 07, 2011

dört bir taraftan...

Kimiz biz? İstanbul aşığı gençleriz... Yeri gelir, milletimiz, kültürümüz, sanatımız konusunda tasalanır ve sürteriz kalemimizin burnunu kağıda... Yeri gelir bir sevda tüttürürüz kız kulesine karşı... Yeri gelir simidimizi, çayımızı alıp gün batımını izler, yeri gelir; tan yerinin doğurduğu güneşi görebilmek için sabahlarız... Dört bir taraftanız... Yazarız, yazarız, ağlarız yazarız; güleriz yazarız... Karadenizden Marmara'ya akan; önce bizim damarlarımızdan geçer. Soluruz yâr'i... İstanbul'u soluruz... Saplanırız gecelerin göğsüne, açılan yaradan yâr'e akan; yine biz, yine biz oluruz...

Perşembe, Mayıs 05, 2011

Boş teneke

Aydın; Bir dönemin, üniversiteye gitmiş, üzerinde yorum yapabileceği meseleler olan, ülkesinin içinde bulunduğu durum hakkında iki çift fiyakalı lafı olan insanıdır. Zamanın aydınları, şimdiki ifadeyle 'tahsilli' gençler, yaşadığı ülkenin gidişatını bilir, hükümet, hak-hukuk, siyaset, kültür ve sanat konularında donanımlı olur, 'dolu' diye tabir ettiğimiz bir insan profili çizer. Doğru mu? Peki doğruysa nerde bu milletin aydınları? nerde bu ülkenin, sözümona okumuş çocukları?

Kurduğu cümlelerdeki kullandığı kelime sayısı üçü beşi geçmeyen, fakülteler bitirdiği ve yüksek lisanslar yaptığı halde yaşadığı ülkenin başkenti sorulunca metropol ismi söyleyen, ailesi, eğitimi için milyonlar akıttığı, ve bütün imkanlar uğruna sarfedildiği halde, yıllarca okumuş(!) ve fakat edeb-kültür-namus namına zerre kadar fikir edinmemiş mankafalar mı 'Aydın' ?

O halde, vah ki o aydınların çekip yürüteceği, sahip çıkacağı, kurtaracağı(!) vatana... Vah ki, o beyinlerde yeşermesi mümkün fakat bu o kadar da imkansız fikirlere... Vah ki, ister öyle ister böyle olsun, sahip çıkacağı bir davası olmayan zihni topallara...

Su basıp sel olduğu zaman, 'Amaaan nasıl olsa herkes sele kapılıyor, ben de kapılayım ne olacak' mı diyorsun, yoksa, eşyanı çoluğunu çocuğunu kapıp emniyetli bi yerlere mi sığınıyorsun? Yangın olunca oturup küle dönmeyi mi bekliyor, yoksa pılını pırtını alıp alevlerin arasından kaçyor musun? İçinde bulunduğumuz dünyayı; sel götürüyor, her bir evde yangınlar çıkıyor, beyinlerde erozyon oluyor! Umrunda mı? Neden değil?


Dedemden dinlemiştim...Rahmetli. Demişti ki; 'Evladım, tarih; insanların sırtına mesuliyetler yükler... Herkesin bu dünya üzerinde yapması gereken şeyler vardır. Sadece ben mi? deme! Çünkü büyük adamlar; Sadece ben mi, demeyerek ve sırtlandıkları vazifeyi küçümsemeyip, şimdi olmasa da ilerde attığım tohum elbet filizlenecek diyenlerdir...'


Hani sokakta boş meşrubat tenekeleri olur. Vurursun tekmeyi, gürültüyle öte kaldırıma uçar... Şimdi sokaklarda, evlerde, televizyonlarda, telefonlarda, internette, hiç olmadığı kadar boş teneke var...

Madem bu ülkenin 'Aydın'ısın; Aydınlat o zaman etrafını...

Sen bu ülkenin aydını değil misin? Devrime kendi zihniyetinden başla!

Oğuz Emre

Pazartesi, Mayıs 02, 2011

Virgül

Bir 'nokta'; her nasıl bir şeylerin sonundan, bitmesinden yahut da bitmemesinden bahsedecek kadar derin anlamlar muhteva ediyorsa, virgül de öyle bir şey ki; umut verir insana...

Beklersin, ümitlenirsin çünkü; gelecektir...

Yol bitmemiştir çünkü, bir patika gibi aşağı kıvrılmıştır. Yol gözükmektedir oradan, ufuk çizgisi gözükmektedir. Gelecektir. Söz bitmemiştir. Ve hatta söylenecekler o kadar fazladır ki, durup bir nefes almak gerekmektedir. Sevinçle de olsa da, hüzün ile de olsa, gözden akan yaş; satırdan süzülüp virgülden bir sonraki cümleye de geçse de.. Islansa da cümleler... Yerinde duramasalar da kelimeler... Ne olursa olsun, söylenecek sözler vardır; unutulmaş, biriktirilmiş, henüz söylenmemiş...

'Virgül'de bir çağrı vardır, sonsuzluğa uzanan... Ya da 'onsuzluğa'... Bir şarkı vardır melodisi tanıdık gelen... Duyulan bir hasret vardır belki de; dile gelmeye cesaret edemeyen. Şiirlerde virgül vardır; kitaplarda, sözlüklerde, mektuplarda... Hatta yollarda, çeşmelerde... Her lisanda virgül vardır. Ve insanda da virgül vardır...

Virgüller; beklemenin desturudur. Düsturudur.
Biraz sonra taaa uzaktan sana gelecek olan, rayların üstünde:
'tıkratak tak tıkıratak tak'
trenin habercisidir...


Celal Temür

Ben Fatih.

"Geç kaldığı için iki defa işten çıkarılmış ve yeni girdiği yere de çok kere geç kalmış biri olarak bu sefer geç kalmamalıydım.Özellikle bu 'çok defa'ların sonuncusunun sabahına denk geldiği o günde.. Niye olduğunu hatırlamıyorum ama, iş yerine 15 dakika yürüme mesafesinde olan kafeye oturuyordum çoğu zaman.O gün yine oradaydım. Sürekli oturduğum yere baktım, bir çift oturmuş birbirlerinin gözlerinin içine sevgiyle bakıyorlardı ama yerimi işgal etmiş olmaları onlara karşı duyabileceğim tüm sempatiyi almış götürmüştü. Boş bulduğum bir yere oturup garsonla göz göze gelmeyi bekledim..


-Her zamanki gibi!
-Peki abi.


Müdavimi olduğum bu yerde kurulan bu iki cümlelik diyaloğu seviyordum. Çevremdeki insanlara karşı kendimi mutlu hissetirebilecek kadar bir özgüven içine sokuyordu beni çünkü. Hoş değildi biliyorum ama buranın müdavimi olarak gözükmek ve "sizden daha çok geliyorum buraya, bir olay çıksa direkt atarlar dışarı ha! Haberiniz olsun" mesajı vermek çocukça olsa da hoşuma gidiyordu. Hem burada benim için garsonun ismi umumi bir isim olan "pardon!" değil, Mahmut'tu. Bir gün kimseler yokken oturmuştuk da o anlatmış ben dinlemiştim. O günden beri onun adı Mahmut, benimki de 'abi' olmuştu. Abi demesini ben istedim. Efendim çok resmiydi çünkü ve ben hiç bir zaman resmi bir adam olamadım. Hâlâ da değilim. Üniversite yıllarımda benim kadar ya da benden daha büyük garsonlar bana abi dedikçe içten içe utanır, o utangaçlığımı örtmek için karşılık olarak kendilerine abi derdim. Bir gün 'efendim' dediğim bile olmuştu hatta da ne kadar şaşırmıştı garson. Benim babamın oğlu olarak doğmuş olmam bana onun hürmet etmelerini gerektirmiyordu zirâ.


Aslında bu 'her zamanki' diye tabir ettiğim bir kahve olmalıydı bence, diye düşündüm kendi kendime..Çünkü eğer kahveyi seviyor olsaydım kendime ait iki çok güzel fincanım ve bir de bakır cezvem olurdu. Camın önündeki iki tane tekli koltuğun birine oturur, kahvemi kendim yapar, fincanın birini alır içerdim. Sonra gün gelirdi, hayatımın kadını hayatıma teşrif ederdi. Fincanın diğeri yerinden çıkardı o zaman, koltuğu zaten hazırdı. Bu sefer kahveleri o yapardı içerdik karşılıklı. Biz içtikçe yıllar geçerdi, biz içerken çocuklar koşar, biz içerken yaşlanır, biz içerken bayram günü torunları bekler olurduk... Kahve içmeyeceğiz belki ama, biliyorum gelecek, peki nerde o? Çıksa ya artık karşıma..


Neyse deyip hayallerden sıyrıldım, çayımı içtikten sonra yavaştan kalkmak için hazırlanıp dışarı baktım. Oturduğum zaman hava kapalıydı ama çıktığımda güneş çoktan açmıştı ve ne çalışması buna sebep bilmiyordum ama güneş ışınlarının bulut deliklerinden sızdığı her yerde uçuşan toz zerreciklerinin kolayca görülebildiği sokakta, her yer sesleri etrafı inleten iş makineleriyle kaplıydı. Böyle olduğu zaman nasıl nefes aldığımızı merak ediyorum. Ya da nefes aldığımızda ciğerlerimizin ne hale geldiğini... Kafeden çıktıktan sonra aceleyle bir iki adım atarken bir yandan da en kolay nasıl gidip geç kalmamanın hesabını yaparken:


"Çattt!"


Bir ses düşüncelerimi ve adımlarımı böldü. (Balla).

Sesten sonra gayri ihtiyâri önce sanki ordan gelmiş gibi durduğu için gökyüzüne, sonra da ne olduğunu anlamak için önümde durana baktım. Gökyüzünde bir açıklık, ya da ilahi bir işaret yoktu. Yerde duransa sanki bebeğini sallamak üzere oturmuş gibi yere düşmüş bir kadındı. Hıçkırıyor gibiydi, ağlıyor sanıp eğildim:


"Hanımefendi iyi misiniz?"


Bunu sorarken kafasını eğdiği için saçlarının ve ellerinin arasından zorla gözüken yüzüne baktım, iyi olduğu anlaşılıyordu ama yine de yüzünü seçememiştim. Gülüyordu. Yere düştükten sonra takıldığı taşa ya da çukura sitem etmeyip kendi dikkatsizliği yüzünden düştüğünü kabul ederek gülen insanlar her zaman daha çok sevimli gelmiştir bana. Ellerini yüzünden çekti, yarısı utançtan yarısı gülmekten kızarmış şekilde bana çevirdi.

Tam gözlerimin içinde belirdiği o anda iş makinaları çalışmayı bıraktı, ustalar demirlere vurmayı, arabalar korna öttürmeyi, insanlar yürümeyi, dünya dönmeyi, zaman akmayı.. Bir tek kalbim bu uyuma ters hareket etmiş ve inanılmaz derecede hızlı atmaya başlamıştı. Gayri ihtiyâri elimi kalbime götürdüm. Hayatındaki en hızlı kan pomplayaşını yapıyordu sanırım. Gökyüzüne tekrardan baktım, delik hala yoktu. Ben bakana kadar kapanmıştı herhalde. Az önce demire vuran usta kemanın, kepçe operatörü piyanonun, insanlarsa türlü enstrumanların başına geçmiş, trafik polisinin şefliğini yaptığı orkestrayla dünyanın en hoş en naif müziklerini çalmaya başlamışlardı bile...


"Allah'ım daha demin ettiğimi duayı bu kadar çabuk mu kabul ettin? Beni seviyor muydun bu kadar? Şu güzelliğe bakar mısın!.. Öyle güzel yaratmışsın ki, gözlerimi sadece onu görebilecek şekilde yaratsaymışsın şu ana kadar çok da kaybım olmazmış"


-Düştüm ya off!


"Allah'ım demin gözlerim hakkında dua etmiştim ya, kulaklarımı da ekleyebilirmişiz aslında. Tabii sen daha iyisini bilirsin..."


-P.. pardon?


Söylediğini ikilettiğim için mi yoksa yere düştüğü için mi olduğunu bilmediğim bir sitemle, "Düştüm işte her yeri delik deşik etmişler yürüyecek yer kalmamış of" dedi. Aslında o anda tam da bastığı yeri delen işçiyi bulup alından öpmek ve bu kızı karşıma çıkardığı için ona şükranlarımı sunmak isterdim ama, dudaklarım bunu söylemedi:


-Maalesef her yer berbat bugün. Geçmiş olsun. İyi misiniz?

Ayağa kalktı, üzerindeki tozları silkeleyip, "İyiyim teşekkür ederim" dedi. Rica ederim, dersem muhabbet bitecek, yoluna gidecekti ve bu benim en son istediğim şeydi:


-Topuğunuz kırılmış olabilir mi acaba?


Daha salak bir soru olabilir miydi bilmiyordum ama aklıma ilk gelen ağzımdan bir anda çıkıvermişti. Eğer topuğu kırılmışsa o öyle yamuk yumuk yürür güler eğlenirdik ve aşkımızın başlangıcı çok eğlenceli bir şekilde olabilirdi. Şaşırdı, kendinden şüpheli bir şekilde topuğuna baktı. "Hayır, sevindirici ki sağlam."


-Bileğiniz incinmiş ya da eliniz acımış olabilir mi peki?


(Daha salak bir soru bulunmuştu!) Ama eğer öyleyse bir taksi çevirir ve en yakın sağlık merkezine götürürdüm. Böylece aşkımızın başlangıcı aynı filmlerdeki gibi duygusal ve romantik olabilirdi. Ama o da olmadı. Sanırım kendisine bir şey olmasını istediğimi düşünüp kulağımın saniyeler önce duyduğum bir ses tonuyla:


-Beyefendi ben iyiyim de, siz iyi misiniz acaba!?


Deyince, susmam gerektiğini anladım ama anlamış olmam bişeyi değiştirmedi. Normalde her fırsatta ismini söylemeye çalışan insanlardan hazzetmem. Eğer öyle bir şey yaparsam yeni girdiği ortamda sadece bir kişiyi tanımasına rağmen aşırı özgüven sahibi olan insanlar gibi hissederim kendimi. (Elini tokalaşmak üzere kafa hizasından getirdikten sonra ismini söyleyip, ben ismimi söylerken gözlerini hafifçe kısarken ağzını sıkıca kapatarak memnun olmuş gibi durduğunu zanneden ama aslında çok da umrumdaydı havası veren insanlar.) Ama yine de tutamadım kendimi:


-İyiyim teşekkür ederim, şaşkınlığıma verin lütfen. Bu arada, Fatih ben.


Bu cümleyi kurarken güneşten gözlerimi hiç kalmayacak kadar kısmış, bir de üstüne elimi asker selamı verir gibi gözlerime gölgelik yapmış suratına bakıyordum. O Amerikan filmlerinde gördüğümüz zorda kalmış bir kadını “bir şeyiniz yok ya bayan?” havasıyla yerden kaldıran karizmatik kaslı gibi değil de, denizde fazla açılanları görmeye çalışan cankurtaran gibi bakıyordum suratına. Yine de beklentim; "Memnun oldum ben de..." ile başlayan bir cümle kurması yönündeydi ama, hayatın boyunca ismini duyduktan sonra en az memnun olmuş ve bunu hiç umursamamış olan kişi kimdi diye sorulsa hiç ikiletmeden O'nu söylerdim.


-Tekrardan teşekkür ederim Fatih bey, iyi günler.


Arkasına bile bakmadan gitti. Gözlerim gidişinde, vücüdumsa onunla son konuştuğum yerde kilitli kalmıştı. Düşünemiyor, konuşamıyor, başka hiçbir şeyi görmüyordum ta ki bir sesle irkilene kadar.


"Pardon!? Beyefendi pardon!?"


Döndüm baktım, gençten bir çocuk. Elinde bir şeyler tutmuş bir yandan gösteriyor bir yandan da bana sesleniyordu. Sinir edebiyat dünyasının tez yazdığı bir duygu olsa, o andaki sinirimi yine de anlatamazlardı. Ben O'nu iki saniye daha fazla görmenin planlarını yaparken münasebetsizin biri gelmiş bana bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Yakasına yapışıp "Görmüyor musun be adam sevdiğim kadını izliyorum ne rahatsız ediyorsun!" demek istesem de, yapamadım. Memnunsuz bir şekilde buyrun ne vardı manasına gelen bir kafa hareketi yapınca, otobüste yer verdiği teyze teşekkür etmeyen adam tavrında :


"Bunlar sizden mi düştü acaba?"


Tuttuğu şeyleri aldım, benden düşmüş olmadığına emin olmasını istiyordum bu hareketimle, ve geri verecektim. Kuaför Ela, Avukat Metin Kaybetmez, bir şirket kartviziti ve bir ..


"Allah'ım bugün beni sınıyor musun?"


..ve bir fotoğraf. Daha az önce aşırı kan pompalamaktan yorulmuş kalbim durdu sandım fotoğrafı görünce. Hayatımı değiştireceğine inandığım kadının fotoğrafı elimdeydi ve heyecandan ölmek üzereydim. Gittiği yöne baktım, çoktan kaybolmuştu ama şu an avuçlarımın içinde fotoğrafı vardı işte, o da yeterdi.


"Ben çok, çok teşekkür ederim evet benim. Çok teşekkür ederim çok düşüncelisiniz sağolun, benim.."


Benim.. O'na ait bir şeyi, somut bir şeyi 'benim' diye nitelendirmek bile suratımı güldürmeye fazlasıyla yetiyordu. Güneş tekrar bulutların arasına saklanmıştı ama bana bahar geleli, çiçekler açalı, günler doğalı o kadar uzun saniyeler olmuştu ki.. Fotoğrafa baktım baktım baktım...


Bir ara saatime çarptı gözüm, bulutların üstünden dünyaya dönme vaktimin geldiğini gösteriyordu çoktan. Öğleden sonra 1'i çeyrek geçiyordu ve ben yine geç kalmıştım. Hemen bir taksiye atlayıp şirkete koştum. Tam bölümüme gidecektim ki kutsal parlaklığı gördüm. Alnı genişin gündüz yanan floresanda bile parlayan keliydi bu odamın kapısında bekleyen. Çaresizce masama doğru yürürken sesi duyuldu:


- Ooo Fatih bey hoş geldiniz!
+Hoş bulduk Erkan Bey.
- Satten haberiniz var mı acaba?
+ Evet 23 dakika geç kaldım.
- Biliyor olmanız bir şeyi değiştirmiyor ama bu kaçıncı, size çok defa söyl...


Konuştu konuştu.. Hiç susmayacak gibi konuştu.. Umrumda olmayan cümleler kuruyordu işe geç gelmek, sorumsuzluk, ciddiyetsizlik ana temalı bir kaç cümle kuruyor olmalıydı. Benim aklımda ve gözlerimin önündeyse sadece O'nun gözleri vardı. Cebimden çıkarıp fotoğrafına bakacakken:


"Neyle uğraşıyorsunuz siz hâlâ?" deyip fotoğrafı almaya çalışınca alnıgeniş, konuşma sıramın geldiğini farkettim:


"Çek lan ellerini benden zaten kafanın parlağından hiçbir şey gözükmüyor. Meraklı mıyım lan ben sabahtan akşama kadar burda durmaya her gün senle mi uğraşıcam. Yok öyle oldu yok böyle oldu."


-Fatih Bey kendinize gelin lütfen.


"S... lan, beymiş! Sanıyor musun seni müdür yapacaklar? (burada hareket çektim) yaparlar. Çok beklersin. Gidiyorum lan ben öff yetti be! Mal herifler!"


Konuşmayı bu kadar kısa kesmek istememiştim ama, ben böyle konuşmaya başlayınca bizi izleyen diğer çalışanların beni alkışlayacağını ve hak vereceklerini düşünmüştüm. Ancak tam tersine ben konuşurken hayret ifadeleri, cık cık cıklar havada uçuşuyordu. Ben alnı geniş lakabını taktığımda benden çok gülen, gelip bana dedikodusunu yapanlar, o adama bağırırken benden yana değil de ondan yana oluvermişlerdi bile. Bu da beni çoğul konuşmaya teşvik etmiş bir tane adam olmadığına kanaat getirmeme sebep olmuştu. Alnı geniş gitmiş, benim de gitme vaktim gelmişti. Tayini çıkmış çok sevilen okul ya da emniyet müdürü gibi kolime plaketlerimi doldurup gitmek isterdim ama, öyle olmadı. Sadece babamdan yadigâr kalemi alıp çıktım. Tam çıkarken çaycı Hüseyin abi geldi, "Ben sana katılıyorum Fatih Bey, bakma bu yavşaklara. Ama ne yaparsın ekmek parası" dedi. Adamsın abi, harcanma buralarda" deyip çıktım.


Yolda yürürken ne az önceki karizmatik istifa edişimi, ne de alnı genişin ben bağrınırken parlaklığı kırmızıya dönen kelini düşünebiliyordum. Aşk insanı gerçekten cesaretlendiriyormuş fazlasıyla onu anlamıştım. Fotoğrafı elime almış bakınıyordum boş boş. Dışardan bakan içindi boş boş, ben ne hayaller kuruyordum halbuki bakarken. İstemsiz şekilde, belki de isteyerek bilmiyorum o sırada düşenmiyordum, kendimi ilk gördüğüm yerde buldum. Otobüs durağı vardı, gittim oturdum aldım yine fotoğrafı elime. Fotoğraf ne güzel şey, sevdiğiniz insan yanında yokken objektife bakan gözlerini sanki size bakıyormuş gibi düşünüp mutlu edebiliyor sizi. Bana da böyle baktı diyebiliyorsunuz. Daha aşkla bakmasını dilerken bir yandan. Hayeller kurduruyor, tebessüm ettiriyor, ümitlendiriyor..


Evin o tarafa doğru giden otobüs gelince saatlerce durakta oturduğumu farkedip bindim. Parayı verdikten sonra kafamı kaldırınca bugünden aşina olduğum bir çantayla göz göze geldim. Evet göz göze geldim resmen bana bakıyordu çanta. İki tane kilidi vardı ve göz gibi dikmişlerdi üzerime gözlerini. “Bugün ölmezsem bu aralar ölmem” diye düşündüm çünkü çanta içinden kartvizit ve fotoğrafların düştüğü çantanın aynısıydı. Çantanın sahibine bakmaya korktum önce beni hayal kırıklığına uğratır diye ama dayanamadım ve sonsuz ümitle kafamı kaldırıp baktım.


“Teyze yaşın kaç başın kaç yakışmış mı şimdi bu çanta sana ya. Bir de kurulmuşsun oraya öff ya!”


Bir insandan bir çantayı taktı diye nefret edilebilir miydi? Edilirdi. Hâlâ da ederim. Biliyorum sen şimdi okuyunca dersin ki ne suçu var teyzenin sen de! Doğru ama ne yapayım işte, elimde değil. Nerden bilecektim ben her gün düştüğün yere gitmenin gereksiz olduğunu? Nerden bilecektim ayrıldığım şirkete son kez muhasebe için gittiğimde seni göreceğimi, nereden bilecektim ki ben senin de o gün oraya iş başvuru yaptığını, ben nereden bilecektim kabul edilmediğini duymak için ikinci kez geldiğinde karşılaşacağımızı?.. (Ne kadar da sinirliydin o gün.)


Ben nereden bilecektim çay içmeye davet ettiğimde kabul edeceğini, ben nereden bilecektim hesabı ödemeye çalıştığında Mahmut’un “senin paran burada geçmez yenge!” deyişine güleceğini, utanacağımı, ben nereden bilecektim tekli koltuklarımızın olacağını, nereden bilecektim kahveyi sevebileceğimi...


Hani hastalığım ilerlemeden önce benim bir fotoğrafımı çeker misin demiştim de “Sen? Fotoğraf mı çekilmek istiyorsun?” diye yadırgamıştın ya, o fotoğrafı bastırdım gidip. Aslında istedim ki sen de bakınca benim senin fotoğrafına baktığım gibi sana bakıyormuşum gibi hisset ama olmadı. Fotoğrafı görünce bu nasıl fotoğraf ya hiç güzel çıkmamışsın deyip gamzelerini lütfederdin yanında olsam biliyorum ama, şaşı gibi çıktığıma bakma, olmadığımı biliyorsun. Sadece karşımda sen varken başka hiçbir şeye bakamıyorum hala. Cennette bile...


Seni Seviyorum.


Bir de, ben o gün düşürdüğün fotoğrafı hiç kaybetmedim aslında. Cüzdanımın sol alt gözünde bir yırtık var, onun içinde. Sen de kaybetme."

Mektubun son sayfasına bir yaş düştü kirpiğe takılıp... Yaş düşünce, başka bir alemde iş makinaları çalışmayı bıraktı, ustalar demirlere vurmayı, arabalar korna öttürmeyi, insanlar yürümeyi, dünya dönmeyi, zaman akmayı... Bir tek başka bir yürek mektuba zarar mı verdim korkusuyla daha hızlı attı. Ve bir fısıltı duyuldu iki dudağın arasından:


“Düştüğüm gün peşimden gelsen, seninle sene daha çok zaman geçirirdik koca adam.. Seni seviyorum..”

Fatih Yılmaz

Pazar, Mayıs 01, 2011

İnecek Var!

   Tramvaylar indi-bindi zamanlamasını doğru yapamadığınızda türlü garipliklere sahne olan toplu taşıma araçlarıdır. Bir de bu zamanlama problemi yokmuş gibi kalabalıkla da uğraşırsınız.  Tramvay gelir kapı açılır. Can hıraş binmeye çalışanlar ile can hıraş tramvaydan inmeye çalışanlar vardır. Tabi ki bu kapı ağzında birbirini ittirmekten öteye geçmez. İnmek istediği durak geldiği halde tramvaydan inemeyenler ve binmek istediği halde tramvaya binemeyenler.
   Sonra bir de kontenjan problemi vardır. İki arkadaş 'A' noktasında 'B' noktasına gitmek için beraberce tramvaya binmek isterler. Tramvay gelir kapı açılır. Bir tanesi pekâlâ binebildiği halde diğeri inenlerin akıntısına kapılarak dışarıda kalır. Zamanlama probleminden de bahsetmiştik. Tramvayların aşağı yukarı 15 saniye falan açık kaldıktan sonra kapanan kapıları olduğundan diğer kişi dışarıda kalır. İçerdeki arkadaş için de o kalabalıkta dışarı çıkmak kabil olmadığından… El sallayarak birbirlerinden uzaklaşırlar.


   Biz de yaşamadık mı? Yaşadık elbet...

   Bir de otobüslere yanlış binenler vardır. Bu genelde Göztepe’den Kadıköy’e diye Göztepe’den Üsküdar otobüslerine binmek suretiyle sıkça görülen vakalardan. O yol üzerinden 100 otobüsten 95’i Kadıköy’e diğerleri de Üsküdar’a gider. Bu yüzden yolcular genelde otobüsün numarasına dahi bakmaksızın binip araba Üsküdar sapağından ayrılıncaya kadar Kadıköy’e gittiklerini zanneder… Üsküdar sapağından ayrıldıktan sonra yanlış binenleri indirme imkanı da olmaz çünkü yol direkt otobana bağlanır.  ‘Aaaayyyy yanlış bindim! Evladım dur dur dur! ‘ demek nafile… Bunun Altunizade’ye kadar yolu vardır... Gençler, Kadıköy diye bindikleri otobüsün Üsküdar olduğunu fark ettiklerinde genelde bu kadar yaygara olmaz. Hatta ‘Olsun Üsküdar’ı da görmüş oluruz bari’ dediklerine bile şahit olabilirsiniz.
   
   Biraz daha yaşı büyük teyzeler Üsküdar’a varıp inip tekrar Kadıköy arabalarına binene kadar sıkıntıdan sırılsıklam olurlar. Bu sıkıntı mutlak surette çeneye vurur ve muavine gömlek yakasının ilk düğmesini açtırana kadar soru sorarlar: ‘Evladım Üsküdar’dan kaç numaraya bineceğim’, ‘Sık sık araba var mı ordan’, ‘Ayy Melâhât da beni bekliyor’, ‘İnceğim durağı bana söylersin e mi oğlum?’, ‘Evli misin bakim sen’ diye devam eden ve şecereye kadar inmesi muhtemel sorular zinciri şahitler huzurunda sorulur…

   Otobüs olsun tramvay olsun ‘camı aç-camı kapa’ olaylarına da sıkça rastlıyoruz. Hava soğuk olsun sıcak olsun, sürekli cam açılmasını isteyenlerle sürekli camı kapattırmak isteyenler olur… Hava soğuk olduğunda bile ‘Vallahi ölüceğiz havasızlıktan’ diyerek en yakınındaki üç beş camı açtıranlarla; Hava çok sıcak olsa bile ‘Oğlum kapa şu camı cereyan yapıyor sırtıma vuruyor’cular… 

   Bir de açık camı çaktırmadan kapatanlar… Hava sıcaktır camı açarsınız bir anlık başka tarafa bakıp kafanızı geri çevirdiğinizde o cam kapalı görürsünüz. Bu birkaç tekrarlanınca nas ve felak surelerini okumanın bir mahzuru olmaz…

   Sabır en fazla bir saat, sonra ineceğiz zaten :)

Celal Temür